“Eğer hayatınızın herhangi bir an’ına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler, iki şeyden birini seçmek isterdim. Biri, o, çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... Öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün...” (Başucumda Müzik)
İşte Kürşat Başar’ın yazar kimliğiyle tanışmam bu cümlelerin bir kitapçı gezintisinin son iki dakikasında gözüme ilişmesiyle olmuştu. Başucumda Müzik, kim ne derse desin, Kürşat Başar’ın bugüne dek soluksuz, kimi zaman ağlayarak okuduğum tek romanıydı. Pek çok okuru gibi, bir adamın bir kadının ağzından bunca büyük bir aşkı, bunca ölümsüz ve bunca hissederek nasıl yazdığına hayret etmiş, gerçek hayattaki bir kadın kahraman ve bir hükümet üyesinin gizli aşkından esinlenerek yazdığı bu romanını bazen gözlerim dolarak, bazen hıçkırıklarla ağlayarak okumuştum.
Kendisi aynı zamanda bir müzisyen olan Kürşat Başar, son romanı Aslında Hayal’le ruh dünyama yeniden dokundu. Kendi hayatını, doldu dolu yaşanmış ve hayata bırakılmış parmak izlerini, her bir kitabının yazım sürecini ve nasıl ortaya çıktığını kelimelere taşıdığı son romanı Aslında Hayal’in arka kapağında diyor ki: “Gitmek, yani içinde bulunduğum ortamın, durumun bir süre sonra üstüme üstüme gelmesinin yol açtığı oradan çıkıp gitme, kaçma isteği ne gerçek hayatımda ne de yazın dünyamda hiç peşimi bırakmadı... Beni bunca şey yapmaya iten, zorlayan buydu belki de.”
Kimbilir, belki de yazarların ve sanatçıların ortak duygusudur bu çok yönlü olma hali, yaşamın her bir ucundan tutma ihtiyacı... Çünkü yazarlar, yaşamı her bir hücresinde hisseden, onu sürekli duygularla yaşamayı tercih eden, hayatın her ritmini acısı ve tatlısıyla avuçlarında tutan ve belki de ilhamı bu çok yönlülük ve derin duyarlılık halinden alan insanlardır.
Aslında Hayal’i okurken, hem yazarın her bir kitabının yazılış sürecini ve o süreçteki duygusal iniş çıkışlarını, yaşam yolculuğunu görme şansı buluyor, hem de eğer siz de bir yazarsanız yazarların hayatlarında nasıl paralellikler olduğunu keşfe çıkıyorsunuz. Bu biraz da, yazarların aslında her bir hayatı, insanı merak ediyor ve seviyor olma hallerinden ileri geliyor... Tıpkı yine kendisinin Yaz romanında ifade ettiği gibi:
“Hep sokaklarda yürürken evlerin pencerelerine bakar ve her birinin içinde nasıl bir hayat yaşandığını merak ederim. Kitaplar da böyleydi işte. Kapağını açıp okumaya başladığımda sanki o evin içine girip benden rahatsız olmasınlar diye görünmeden, sesimi çıkarmadan onların hayatını izleyen bir hayalet gibi hissederdim kendimi. O yüzden de dünyanın her yerinde, bugün ve geçmişte pek çok evim ve yakınım varmış gibi gelir bana...”
Aslında Hayal’in her bir bölümünün başında, yazarın bir kitabına ait böyle güzel bir alıntı karşılıyor okuru. Okuru içine çeken de biraz bu üslup olmuş... Yazarın Yaz, Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları, Konuştuğumuz Gibi Uzaklara, Kış İkindisinin Evinde, Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum, Kozalak isimli diğer eserlerine de başka bir gözle bakmanıza, merak etmenize, yaşamını onunla beraber keşfe çıkma isteği duymanıza neden oluyor. Gösteri, Aktüel dergisi, Dünya Gazetesi, Afa Yayınları, İş Bankası Yayınları, TRT ve daha pek çok yayın kurumuyla yollarının nasıl kesiştiğine, 80’li yıllarda da Türkiye’nin bugünkünün minyatür bir resmi durumunda olduğuna, böyle bir siyasi ortamda yazar olmanın ve hatta yaşamanın sorumluluklarına ve zorluklarına tanık oluyor, diğer bir yandan da aşkı, dostluğu ve değer yargılarını hatırlıyorsunuz.