12 ARALIK, PERŞEMBE, 2024

"Müzik ve Edebiyat": Müzikle polisiye el ele

Peki, müzik polisiyenin yaratılmasında rol oynar mı? Katil fon müziği diye bir şey var mıdır? Polisiye yazarları müzikleriyle fark yaratmaya mı çalışır? Kendisi de polisiye yazarı olan eleştirmen Martyn Waites, polisiye yazanların başarıya ulaşamamış rockçılar olduğunu düşünüyor. Sevin Okyay yazdı... Müzikle polisiye, daima el ele.

title_image

Müzik ile edebiyatın ilişkisinden hep söz edilmiştir. Ya müzik ile polisiye? Doğrusu bu ikisinin arasında da çok derin bir ilişki var.

Polisiye de seven cazseverler, bazı karakterlerin, dolayısıyla bazı yazarların caza ne kadar meraklı olduğunu bilir. Caz, özellikle, akla hemen sigara dumanının bulutlar oluşturduğu kulüpleri, bir bakışıyla erkekleri yolundan şaşırtan femme fatale’leri getiren noir kitapların ve siyah-beyaz filmlerin yoldaşıdır. Örneğin, Doming Villar’ın modern noir’i “Water-Blue Eyes”, genç saksofoncu Luis Reigosa’nın evinde öldürülmesiyle başlar. Çünkü caz, noir gerilimlerin vazgeçilmez müziğidir. Olaylar güneşli Kuzey İspanya’da geçse bile. Domingo Villar’ın dedektifi Caldas hemen soruşturmaya başlar.

Ya da yalnız kurt dedektif gece geç vakitte evine gelir, dolaptan bir bira alır ya da kendine bir viski koyar. Gördüklerine, yaşadıklarına isyan ederek camdan dışarı bakarken, arkada cool jazz çalar. Nedense çoğunlukla cool cazdır duyduğumuz, “When the Saints Go Marching In”e pek rastlanmaz. Klasik müzik de olabilir, tabii. İngiliz yazar Colin Dexter’in sevilen karakteri Müfettiş Morse, sayfada ve ekranda opera dinler. Gözdeleri Mozart ve Wagner’dir. Gerçi tam bir İngiliz centilmeni olan Morse, şiir ve edebiyat da sever ama, müzik hepsinin önünde gelir. Televizyon dizisinde “The Death of the Self” bölümü Morse’un karakterlerinden birinin, sahne korkusu yüzünden uzun süre operadan uzak kalmış bir operacının Verona’daki amfiteatrda sahneye çıkarak geri dönüşüyle sona erer.

Peki, müzik polisiyenin yaratılmasında rol oynar mı? Katil fon müziği diye bir şey var mıdır? Polisiye yazarları müzikleriyle fark yaratmaya mı çalışır? Kendisi de polisiye yazarı olan eleştirmen Martyn Waites, polisiye yazanların başarıya ulaşamamış rockçılar olduğunu düşünüyor. Öyleyse Jo Nesbø bir istisna oluşturuyor diyelim. En karamsar dedektiflerden birini, Harry Hole’u yaratan adam, yakın denecek geçmişte ülkesinde rock semasının en parlak yıldızlarından biriydi. Ödüllü romancı Mark Billingham da Londra’daki polisiye yazarlarının çoğunun edebiyat etkinliklerinden ziyade müzik dinletilerinde bulunabileceği fikrinde. Kendisi country müziğin polisiye için mükemmel olduğunu düşünüyor: “eğlenceli ve melodik bir şekilde kasvetli, kara hikâyeler anlatan şarkılar.” Martyn Waites, baş karakterinin kendisiyle aynı zevklere sahip olmasını tercih ettiğini, böylece kendine duygusal bir steno yarattığını söylüyor. Bazen bu sayede, paragraflar boyu ancak anlatabileceği bir şeyi, birkaç cümle ile özetliyormuş.  Elmore Leonard ile George Pelecanos, bir sahnenin gerisindeki müzik kutusunda çalanla ve karakterlerin buna gösterdiği kültürel tepkilerle, bazen ânında bir zaman ve mekân duygusu yaratmanın ustaları. Bazı kitaplar da şarkıcı, müzisyen, dansçı, DJ karakterleri ile doğrudan bir polisiye-müzik ilişkisi kuruyor.

Öte yandan, en meşhur dedektif elbette ki Sherlock Holmes. Beyazperde filmleri ve TV uyarlamalarının müziğini de belli başlı müzisyenler yazmış. Kimilerinde. Holmes’un keman çaldığı meselesi fazlaca vurgulanır. Yalnız onlar mı? 1965’te müzikal bir Baker Street, Broadway’de gala yaptı, başarılı oldu. Leslie Bricusse’ın müziğini yaptığı İngiliz müzikali Sherlock Holmes için aynı şey söylenemez. Oyunlar, bir bale, çizgi TV dizisi de Holmes uyarlamaları arasında.

Daha yakınlara gelirsek, Michael Connelly ve Ian Rankin kitapları, yazarlarının müzik sevgisini yansıtır. Örneğin Rankin’in kahramanı John Rebus’un kitabı Standing in Another Man’s Grave, adını İskoç folk müzisyeni Jackie Leven’ın bir şarkısından alır. Ancak bence Connelly bu konuda bayağı açık ara önde. Yazar, kendisi ve en iyi tanınan karakteri Harry Bosch’un çok farklı olduklarını söyler ama, ortak bir noktaları var: ikisi de caz hayranı. Connelly çalışırken caz dinliyor (tercihan enstrümental), sözlü müzik gibi ona müdahale etmediği ve doğaçlama özelliği esin kaynağı olduğu için. “Dinlediğim müzik sonunda Harry Bosch’un CD CD çalarında ortaya çıkıyor. Dinlediği müziğin onun hakkında pek çok şey söylediğini düşünüyorum.” Çok sevdiğimiz Bosch’un kendi caz listesi de var.

Connelly 2003 yılında Dark Sacred Night adlı, sınırlı sayıda bir CD derlemişti. İçinde cazın devlerinin, özellikle de yazarın pek sevdiği Frank

Morgan ile Art Pepper’ın parçaları vardı. Sınırlı sayıda bu CD’ler sadece Connelly’nin Lost Light / Kaybolan Işık için düzenlenen 2003 turnesinde dağıtıldı. Connelly genelde caz ile yazmak ve caz ile dedektif arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyor. Bir Harry Bosch romanı yazarken çoğunlukla caz dinlermiş, ona esin verdiği için. “Belki de müziğin doğaçlaması, yazının doğaçlamasına yardımcı oluyor,” diyor. “Karakteri oturtmama da yardım ediyor.” Black Ice / Kara Buz’da yazar, “Bosch bir saksofonun sesinden daha gerçek bir şey bilmediğini düşündü,” demişti.

Connelly’nn çok sevdiği alto saksçı Frank Morgan gibi. Genç Frank, kendine Charlie Parker’ı örnek almıştı. Yirmi yaşında kayıt yapsa da, eroin alışkanlığı yüzünden cazdan otuz yıl uzak kaldı. Sonunda hapishanede yeterince kaldığını düşününce, New York’ta 1986’da parlak bir dinletiyle geri döndü. Connelly CD’sinde iki parçası var. Bunlarda biri olan ağır tempolu balad, George Cables bestesi “Lullaby”, Bosch’un da çalmayı sevdiği bir parça. Connelly Frank Morgan’ı o kadar takdir ediyor ki, N.C. Heikin’in yönettiği ve Morgan’ın kurtuluş hikâyesini anlatan belgesel Sound of Redemption: The Frank Morgan Story’nin iki yapımcısından biri o.

Bir başka caz âşığı yazar da, Amerikalı Peter Straub. Hem kendi kitaplarıyla, hem de Stephen King ile birlikte yazdığı The Talisman / Tılsım ile Black House / Kara Ev ile tanınan Straub gerçi aslında bir korku yazarı ama Blue Rose Trilogy / Mavi Gül Üçlemesiyle bence değme polisiye kitaplarına taş çıkartır. Bu seriyi oluşturan Koko, Mystery /Gizem ve Throat / Gerdan, okura çok sağlam bir gerilim, etkileyici bir esrar sunar. Straub, “Tılsım”ı yazmak için karısıyla Maine’e giderken yanına Michel Legrand’ın kaydı “After the Rain”i almış. En sevdiği saksofonculardan ikisi çaldığığ için. Yazma sırası ona gelince, hep bunu çalarmış. “Bir noktada ben yazıyordum, Phil Woods ve Zoot Sims de aynı anda çalıyor, sanki seslerini birbirlerinin etrafına doluyorlardı,” diyor. Steve, ‘Hey, Peter!’ dedi, “bunlar seninle benim gibi!”

Gerçi Koko, alto saksçı Frank Morgan’dan (evet, yukarıdaki Morgan) bir alıntıyla (Her şeyde blues çalmanın mümkün olduğuna ve hatta tavsiye edilmesine inanıyorum)” ama, Straub’un favori cazcısı Lester Young. Yazar, 1950’lerin sonlarındaki canlı TV yayını “The Sound of Jazz”deki bir videodan esinlenerek, Pork Pie Hat’i yazmış. Bir stüdyoda büyük cazcılar var, bir saat boyunca çalıyorlar. Kayıt bitmeden, Billie Holiday kendi bestesi olan “Fine and Mellow”u, o sıralar ölümden birkaç ay uzakta ve berbat durumda olan tenor saksçı Lester Young’la birlikte söylüyor. Müthişmiş Lester, bu insan harabesi, harikulade çalmış. Straub, “Her izlediğimde ağlarım, defalarca da izledim,” diyor. Yazarın kitaplarında caz bir damar gibi uzanır gider.

Bitirmeden bir de klasik müzik örneği verelim, opera seven bir yazar. Her kitabını alıp okuduğum, bulamazsam getirttiğim, Venedik sakini Amerikalı Donna Leon ve polisi Commissario Guido Brunetti. Türkiye’de pek itibar görmemekle birlikte dünyanın en çok satan polisiye yazarlarından biri. Brunetti ise favori polis/dedektiflerim arasında ilk üçe girer. Gündüzleri polisiye yazan Leon, geçeleri daha çok bunun kazancıyla dönen bir opera kumpanyasını, İl Complesso Barocco’yu yönetiyor. Leon okuduysanız hiç şaşmazsınız. Opera onun kitaplarına, onların kurguları ile atmosferlerine nüfuz eder. Her roman, Mozart librettolarından (genellikle Cosi Fan Tutte’den) birkaç dizeyle açılır. Sadece ilk kitabı Death at La Fenice / Operada Ölüm’ün adı bile yeter onun en çok neyi sevdiğini göstermeye. Ölen kişi, Herbert von Karajan’a benzeyen Avusturyalı bir maestro. Leon, “Fenice’de bir arkadaşım vardı,” diyor. “Bir gece sahne arkasında kısa süre önce ölmüş bir podyum zorbasını açıktan açığa karalıyorduk.” Sahiden Karajan mı? “Siz söylediniz,” diyor, “ben değil. Onu bir polisiyede öldürmek ne iyi olur diye düşündük. Ben de gittim, yazdım. Sırf eğlence için.” Neyse ki bununla kalmamış. Donna Leon, kıymetlimiz Guido Brunetti ile uzun yıllardır hem Venedik’le, hem de bizimle birlikte. Göttingen’in sanat direktörü, orkestra şefi Nicholas McGegan, “Donna’yı bildiğim için ve şef olduğum için, kendimi bıçak sırtında hissediyorum,” diyor. “Ya bir sonraki kitabında beni öldürmüş olursa?” Eh, olur mu olur, bu da bu tür bir müzik-polisiye ilişkisi.

;
0
8
0
Yazar:
Tag: Sevin Okyay, Müzik ve Edebiyat, Polisiye,
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage