12 ARALIK, PERŞEMBE, 2024

"Öykünün Öyküsü": Hâle Seval

“Bir antoloji için tek bir öykünüzü seçseydiniz hangisi olurdu? Neden o öykü?” Hâle Seval’e sorduk. Hem seçtiği öykü "Kırılgan Kuleler" hem de “öykünün öyküsü” sayfalarımızda…

title_image

Kırılgan Kuleler

                                                             “Zamanın tutamadığım bir köşesinde
                                                             Kaybettim seni ve o şehri
                                                             O şehir: Kuzeyde bir yerde
                                                             Saklı bir sonbahar, kırılgan kuleler
                                                             Nehrin bir bardağında kaybolan sisler.” 
                                                             Kayıp Şehrin Çocuğu, Hale Seval

                
Tekrar  burada,  kuzeyin  sislerle örülü bu adasındasın. Zengin tarihi yapısını,  sürekli uçsuz bucaksız  yeşilliklere yayan kraliçenin topraklarında. Göğün  gri-mavi, toprağın  devamlı  yeşil olduğu Cambridge’de,  kırılgan  kulelerin  kasabasında. Sonbaharın  geç  gelişini  nehrin  kenarındaki  publarda  oturarak  beklemek ne hoştur. Hayır, kesinlikle sessiz  değildir;  aksine   gelecek    olan   yeni  yılın  tüm  hareketliliğini  gözlersin oturduğun yerden.  Özellikle Kasım  ayı başlarında, İskoç viskini yudumlarken alıp başını gitmek istersin; içinde yolculuklara  çıkarsın. Parisli ve  Madridli  grupların uğultusu  içinde  tekrar canlanır ruhun,  tarihle  bağlarını   koparmadan.
                          
Ona neden İstanbul' dan kaçtığını yazmalısın. Evet, kaçtın. Ondan ayrı yaşayarak, aynı şehri paylaşamayacağını yüzüne söyleyemeden. Şimdi tek yapacağın şey duygularını  beyaz  kağıda dökerek sözcüklerle satranç oynamak. Hüzün ve özlemden uzak bir kaç söz. Başarabilir  misin? Bilmiyorsun. Onun seni baştan çıkaran, kelimelerde yanlış vurgular yapan uysal sesini duymadan yaşamak ve yazmak, ne kadar zor!.. Toprağın solgun  renklerini  elbise  gibi  giyen  tenini  ve  gözlerini  özledin  onun.
                    
Mektubunu okurken, kelimelerin  arasında  ürperten bir yalnızlık duymalı. Ve bir daha görüşmeyeceğinizi bilmeli.  İçinden avuçlarına akan sarı hüznü buralara  taşıdın. Sanki  kuzey  rüzgarı, yüzyıllardır  alışık  olduğu kadın hüzünlerinin içinde senin hüznünü de  eritip,  soğuk akıntılara bırakacak. Ve hayatın boyunca hüznü özleyeceksin, gelmesi beklenen mektuplar gibi...Yaşadığın simsiyah  bir pazar  gününün ardından  kaçmak,  grinin  ve  yeşilin  tüm  tonlarına sığınmak için geldin, sislerle   örülü   bu   adaya.
            
Gizemli   geçitlerin    arasına   saklanmış   sokakların   sonunda  Anchor Pub. Ne çok  seversin burayı, oturduğu yerden tüm manzaraya hâkimsin. Şehri kuran Romalı  askerlerle   bir   akrabalığın   var   sanki.   Köprünün   üzerinde   konuşan, resim çeken öğrencileri görebiliyorsun. Bu kenti seviyorsun  ama hiçbir zaman yerleşmeyi düşünmedin. İskoçya' ya gidenler, "Bir de oraları gör" dediklerinde dinlemiyorsun, ama İstanbul’dan   ayrılacağını   söyleselerdi de  inanmazdın.  Kim   inanırdı  ki! İstanbul senin özgürlüğünün ilk yudumu. Her tarafı mı? Tabii ki, hayır! Sadece o eski Galata köprüsü. Şuh bir kadın gibi  oynak, üzerinde  her  sınıftan  insanı   barındıran  köprü. Üniversiteye  giderken  o  köprünün  üzerinde  uzun  uzun  durur, etrafı   gözlerdin. Bütün gün insan selini göğsünde barındıran  Eminönü, gitgide eskiyen, bakımsız  kalan cami, gökyüzünde bir karaltı  yumağı gibi uçuşan güvencinler ve uzaktan kollarını göğe  açan Süleymaniye.

O  caminin  ince, uzun  Çerkez    kızlarına   benzeyen   minarelerini   görünce Hürrem    Sultan    gelir aklına. Elli ki yaşında ölmese ne olurdu Osmanlının   durumu?   diye düşünürdün. Çocukluk   aşkın   İstanbul. Kentleri   sevmeyi    babandan mı   öğrendin? Elbette,  "Kentlerin de kokusu vardır, duracağın   yeri   bilirsen   duyarsın” ,  derdi. Çocuktun,  İstanbul’un   kokusunu duyduğunda. Oxford’dan   ayrılan  dört papazın kurduğu bu kentin  kokusunu ise, genç kızken duydun. Sadece kokusu mu? Rengini   de   sevdin bu kentin. Baban   tanımadı özgürlüğünün ikinci   yudumu    olan   bu   kenti.  Sadece baban mı ? Hiç   kimseyle   paylaşmadın   ki;  onu, kenti hep   kendine sakladın. Greville Sokağındaki   evinden   bisiklete  binip, Mill Road da çıkarsın. Gonville Place ' in  köşesine yerleşmiş Parkers Pıece parkının   kenarına   sıralanan   dişbudak ağaçlarının   gölgesinden   süzülerek   şehre   gidersin, her sabah.Yaşlı gövdeleri  yapraklar ile kaplanmış   bu   ağaçlar   sana   ayrı   bir   duygu   yaşatır. Thomas Hardy'in romanlarından  tanıdığın    ardıç   kuşu    ve  onun    türünden  olan  black bird - siyah kuş - un turuncu rengi gagasını   açıp   kapatarak   şakıdığı   ses   senin    bu   kentte   ki    tek   arkadaşın . Gerçi bülbülün sesi   kadar   güzel   değil   ama   kendini   dinlettiren   bir   ötüş.  Emmanuel    Kolej'i  dönene kadar   duyarsın   onları. Bu  gökyüzü  senin... İstanbul’un ki   ise artık değil. Onun  nefes  aldığı ayağını bastığı topraklarda yaşayamazdın; her gün  bindiği  vapurun  bir  öncesine veya bir sonrakine binmeye çalışarak. Haydarpaşa   Gar’ının   önünden   geçerken    susup   binayı   seyre   dalardınız. Tozlu   ağaç yapraklarının  gölgelediği   yolun   sonunda, denizin   avuçlarındaki   gar. Ve polis noktası. Bir de meşhur   Gar   Lokantası. Bir   kadehte   dertlerin   açılıp   döküldüğü   yer. En az haftada iki gün oraya giderdiniz. Geleceği bekleyen Haydarpaşa Garı, garların dünyaya açılan  kapısı  değil  miydi? Açık mavi renge bürünmüş gökyüzünü seyrederdiniz, sabahları. Bulutlar göçerdi  bilinmeyen diyarlara. Çığlık çığlığa vapurla yarışırdı martılar. Kollarında olduğu geceler uykularını bölerdi bu  çığlıklar. Karanlık, tül perdeden içeriye girer, umutsuzca üzerinizi örterdi. Birlikte karar vermiştiniz, İstanbul'un son kuşları, son martılar diye. Gün gelecek, denizin üzerindeki bu beyaz gölgeleri göremeyeceğiz derdiniz. Kuş sesi olmadan yaşamak düşünmekten bile ürkerdiniz. Ne garip! Martılar ve o İstanbul ' da, bir tek sen buradasın, kuzeyde bir adada. Bölünen uykularının arasında sıcak yaz rüzgarlarını andıran öpücükler koyardı dudaklarına. Açık ve koyu, birleşen iki  ten güneşi gören kar yığınları gibi eriyip yok olurdu.Yüzünü avuçlarının arasına alır, kulağına eğilip aşk  çocuğu  olur  çocuğumuz, derdi. Soramadın ona, aşk çocuklarına ölüm yakışır mı ?

Akşamları zorluk çekiyorsun uyumakta. Oysa, gece bütün acıları örter, derler. Kendini yorgun hissediyorsun, ruhun da yorgun ve yaralı. O, ince bir zehir gibi yayılmış vücuduna. Eğer İstanbul' da kalsaydın yok oluşunu hazırlardın. Peki ya onsuzluk! Onsuzlukta bir çeşit yok oluş değil mi? Dışarıda uğuldayan rüzgarın sesi çimenlere yayılırken, ona olan özlemin daha da fazlalaşıyor. İçinde dışa vurmaktan korktuğun tuhaf bir duygu var. Hep böyle yapmaz mısın? Çocukluğundan beri  duygularını kendine saklarsın. Kıskanır, paylaşamazsın onları. Kimsenin dolduramadığı acı bir boşluk var yüreğinde. O boşluk, kurumuş göz pınarlarına asılı kalmış.

Saat dört suları. Pub’dan isteksizce ayrılırsın. Kimsenin olmadığı o dar yoldan geçiyorsun. Birbirine paralel iki kısa yol; kollarını açıp birbirini  kucaklamak isteyen iki kadının kolları gibi...Özellikle bu saatte. Uzakta Trinity College’ in karşısındaki parkta flüt çalmaya başlamıştır iki sevgili. King's Kolej’in önünden dolanarak yolunu uzatırsın. Trinity Caddesi’ndeki kitap evinin  vitrinlere bakarak oyalanmak istersin. Vitrin Shakspeare'nin kitapları ile doludur. Birbirine değen kitap kapakları, iki tenin ayrıksı duran buluşmasını çağrıştırır sana. Kitap raflarının önünde gezin bir süre. Shakespeare’nin kitaplarına bak, sonelerden birkaç dize oku. Onun ihtişamı soneler üzerine kuruludur. Onu da suçladılar, hatırlasana! Onda  acı, üzüntü, nefret, ayrılık ve aşk var. İstersen eve dönerken otobüs terminaline uğra, bir bilet al Stratford-upon-avon'a git. Onu yerinde tanı, belki sevdiğini affetmene yardımcı olur. Ne der Shakespeare “Nehrin eğimi, söğüt ağaçlarını büyütür."  Kendini tanıdın, affetmeyi büyüt içinde ağlayan söğütler gibi... Korkma parmağınla işaret ettiğin dizeyi seslice oku “Bir kadının yüzü seninkisi". Sen de fark etmiştin onun teninin duruluğunu, yüzünün güzelliğini . Kitapların sayfalarını  karıştır biraz daha. Sen de biliyorsun ilk sonelerin sarışın bir delikanlıya yazıldığını, şairin genç sevgilisine duyduğu sevgi ve özlem derindir. Bazılarını rahatsız eder bu tür sevgi, seni etmemeli. Bence kitabı almalısın, bir Shakespeare kitabı, ikinci bölüme baktın mı? Şairin gözleri şehveti elbise olarak giyer, kiminle mi ? Dark Lady-Esmer kadınla tabii. Aynadan kaçırma gözlerini sen de esmersin.Gece kadar karanlık gözlerin, kirpiklerin gecenin elleri. Cehennem gibi karartma yüreğini, benzemesin saçlarının rengine. Kusurlar hoşgörüyle kapanır, başka renk kapamaz onları.Yaşamın izleri var  Shakespeare’in sonelerinde. Senin yaşamının izleri nerede? Hangi kente aitsin hiç düşündün mü? Sen de gel gitler arasındasın, iki kente bölünmüş yüreğin, iki gök altına sığınmışsın. Kim o sarışın delikanlı neden fazla soru soruyorsun. Aşk esmer bir kadının teninde, sarışın bir delikanlının yüreğinde olabilir.  Yedi pound altı pence, çok pahalı değil kitap.  Çantanı aç; yirmi poundun var, rahatlıkla alabilirsin. Bu akşam okumaya  çalışırsın biraz,  her sayfadan bir satır  kalsa aklında.

Gökyüzünü kaplayan patlıcan moru bulutlar yer değiştiriyor; körebe oynayan çocuklar gibi... Yağmur geliyor. Montunun yakalarını kaldırıp, iyice  gömül içine, işten kovulan insanlar gibi, geçmişi unut, geleceğe bak. Geleceğin rengini arama, avuçlarına bir renk mutlaka düşer. Hafif soğuk rüzgar eser, İngilizlerin " chilly " dediği . İnsanın içine minik buzdan damlalar düşüren rüzgar. Köprüden geçerken durup, kollarını korkuluk demirlere dayarsın. Soğuğu daha iyi hissedersin burada.  Hiç nehirde gezinti yapmadın. Hep kano ile gezinenleri seyrettin.  Uzak arka koltukta tesadüfen bir bilet bulup, sinema salonuna girmiş bir seyirci  gibisin  bu kentte ...Havalar açarsa nehirde gezinti yap. Nehrin suyunu öpen  söğütlerin altından geçerken bir dilek tut. Ördeklerle konuş, onlara geldiğin kentin gökyüzünü anlat.

O gece, saat yediye geliyor. Acıyla kıvrılmıştın yere. Ellerini karnının üzerinde kenetlemiştin. Aşk çocuğu terk ediyor seni. Durakta inmesi gereken sabırsız yolcu. Sanki uzun süredir karnında değilde ellerinde kristal bir kase gibi taşıdın onu. Bir an dalgınlığına geldi, parmaklarını araladın, hafifçe, parmakları arasından düşüp paramparça oldu, yere saçıldı. Halının üzerine yayılan minik   kristal cam parçaları mı yoksa... Yoksa kırmızı renk miydi  gözünü kamaştıran? Ellerini uzatabilsen  halıya, dokunabilsen,  kristal kase tekrar avuçlarında olacaktı. Kendini vitrinlerin soluk ışıklarında  kaybolmuş cansız mankenlere benzettin. Gizemli bir çift göz seni oradan alıp çıkarmış sonra, sokağa bırakmıştı. Hep o gözü aradın sokakta. Vücuduna kadın olma zevkini tattıran o gözü .

Tekrar nehir kenarına inip, son bir defa okumak istersin yazdıklarını;
               
"Merhaba ,

Sensizlik ve sonsuzluk hayatın kaçınılmaz bir gerçeği. Sessiz bir varoluş anlamsızlıklarla yüklü; seni paylaşmadan senin kadının olmak. Yeraltı sularının deniz özlemi gibi sevgim. Paylaşamadığım sevgimden korkuyorum . Gitgide büyüyor gözlerimde ,gözlerin gibi.. .Sevgi  dışında her şey yabancı bana . Evle , sokaklar, renkler ...
Sen de haklısın. Çoğumuz seçimi elinde doğuyoruz. Bıçakla kesilmiş, ince seçimler ve onunla yaşıyoruz. Sen çizginin iki tarafında gidip gelerek beni ve kendini yordun. Belirsizlik seni mutsuz etti. Mutsuz olmasan itiraf etmezdin. Belki de gelgitler arasında kalmak, senin hayatının sürekliliği. Sen hep gölgede kalacaksın. Oysa ben, kör karanlıkta uçuşan umutlarını sevmiştim senin . "             

Daha fazla okuyamadın mektubu. Bunları yazmak istememiştin ki!  Neler yazmışsın. Yolun kenarındaki yuvarlak, kırmızı posta kutuları Victoria devrinden, on dokuzuncu yüzyıldan kalma. Hayır bu mektubu oraya atamazsın.  Kırmızı nefret ettiğin renk... O gecenin rengi, umutsuzluğu paket yapsalar kırmızıyla sararlar. Mektup ve zarf... Birbirine yakın/uzak iki sevgiliye benzetirsin  onları hep. Bir an iç içe, sonra ayrılırlar.Kaç mektup var zarfının içinde kalan?  Elinden kaydı mektup, atmak istemedin. Suyun üzerinde nergis çiçeğine benziyor. Ellerini her  tutuğunda  nergis  kokusu var avuçlarında,  der, öperdi. Onun sözleri bitmeyen mevsimlere benzer. Uzun, kurak yazlara...Yok yok bahara eremeyen kışlara. Hep konuşurdu. Hiç nefes almaz mı diye merak ederdin? Nasıl da anlamadın? Sorun bir kadın olsaydı affeder miydin? Sormak istemediğin soruları sormazdın kendine. Annenin sevgilisi olduğunu öğrendiğin günden beri, üçlü çıkmazları sevmezsin sen. Oysa baban terk etmedi sizi. Unutabilir misin onu? Alışveriş yaparken yanlışlıkla biri sahte para verdi, sende başkasına vermelisin, veremezsen sen de kalmalı. Gün gelecek unutacaksın bütün bu olanları, kimse hatırlamayacak  Neden hatırlasın ki ! Bu kadar fazla yüklenmemelisin  yüreğine.

Uzaklaşmak istiyorsun nehir kenarından, tekrar caddeye dön, kalabalığa karış. Birazdan şehir merkezi sessizliğe bürünecek. Kulelerin karanlık gölgeleri ile baş başa kalacaksın. Issız şehirde, ıssız parkların, el değmemiş sokakların olacak yarın sabaha kadar .Yağmur hızlandı,  ama kimse aldırmıyor. Sen de aldırma. Bırak hüzünle yağmur birlikte olsun. Girme aralarına. Bu kent kırılgan kulelerin kenti, kulelerin üzerinde yaralı güvercinler uçar, gölgesinde cübbeli öğrenciler koşuşturur, bu yüzden seversin bu kenti.

Nehrin kenarından ayrılıyorsun ama gözün, mektubu içine alan sularda. Magdalene Caddesine çıkıyorsun, bir an önce uzaklaşmak istiyorsun oradan. Adımların, attıkça küçülüyor küçülüyor, ayakların birbirine dolanıyor. Parka doğru yürü. Bak oradalar, yağmura aldırmadan çalıyorlar flütlerini, iki solgun beyaz erkek, göz göze. Gözlerini gördün mü? İki mavi ışığın buluşması. Bu nasıl aşk? Havanın tüm rutubetine, yağmura ve rüzgara karşı birlikte olmak!..Güneşli günler az bu kentte bilirsin. Onların sevgisinin yanında güneşin ışıkları bile sönük kalıyor. Onun için güneşi az görüyor insanlar. Kıskanmalısın onları. Ve aşkı kutlamalısın. Hayır onlar gözlerinle  ya da tenlerinle sevişmiyorlar. Flüt... Ondan çıkan ezgilere kulak ver. Dokunuş o notalarda, tutku, aşk flüte değen parmakların uçlarında. Onlara para vermelisin. Çantanı aç. Kitabın üzerinden kalan bozukluklar. Yirmi, elli pence olmaz. Kutuda da onlar var diyorsun. Olsun, sen bir pound at. Çok para, hiç kimse bir pound atmaz diyorsun, sen at. Aşk  ve sevgilin için.


Neden bu öykü?

Bu öyküde ev iki kent olur. Biri kaçılan kent İstanbul, diğeri sığınılan kent Cambridge'dir. Kaçılan kentte tarihe uzanırken söz, Süleymaniye'nin gölgesinde süregelen aşkı hatırlar. Sığınılacak kent ise doğası, sokakları, kırılgan kuleleri, ıssız parkları, Cam nehrinin kenarlarını kaplayan uzayan giden yeşil çayırlarıyla vardır. Yaşayan dipdiri iki kent vardır, biri birine baskın çıkmaya çalışan, insanın kendisini bulmasına yardımcı olan. Birinde aşk kaybedilirken diğerinde sevgiliyi affetme duygusu istemeden baskın çıkar. Kent, evin bir parçası değil, evin ta kendisidir. Koruyan, gözeten, saklayan, aşk acısını avutan bir yerdir. Aşk yalnızlığına, hüznüne Shakespeare'ın dizleriyle bulunmak istenen avuntu, yağmurlu bir günde flüt çalan iki aşığın ezgisinde son bulur. Öyküde tensel bölünmeler örtük olarak işlense de, cinsiyet ayırımından çok gender olarak varlığı ele alınır.

Hâle Seval

Savaştepe/Balıkesir’de doğdu. 2000 yılında Cambridge’de, Anglia Ruskin Üniversitesinde Shakespeare, Şiir ve Kısa Öyküler üzerine kursa katıldı, aynı üniversitede ilk liberal feminist kadın Mary Wollstonecraft üzerine yazınsal çalışmalarını yaptı. 2007 yılında Cambridge Üniversitesi Uluslararası Yaz Okulunda Savaş Sonrası İngiliz Şiiri ve İngiliz Şiirinde Kır Manzarası derslerini aldı. 

Değerlendirme denemesini Philip Larkin üzerine yazdı. Felsefe Yüksek Lisans tezini "Benim Adım Kırmızı'da Ben Kavramına Hermeneutik Bir Yaklaşım" başlığı altında yazdı. Şu an doktora çalışmalarına devam ediyor.

;
0
8
0
Yazar:
Tag: Hâle Seval, Öykünün Öyküsü, Kırılgan Kuleler,
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage