Kırılgan Kuleler
“Zamanın tutamadığım bir köşesinde
Kaybettim seni ve o şehri
O şehir: Kuzeyde bir yerde
Saklı bir sonbahar, kırılgan kuleler
Nehrin bir bardağında kaybolan sisler.”
Kayıp Şehrin Çocuğu, Hale Seval
Tekrar burada, kuzeyin sislerle örülü bu adasındasın. Zengin tarihi yapısını, sürekli uçsuz bucaksız yeşilliklere yayan kraliçenin topraklarında. Göğün gri-mavi, toprağın devamlı yeşil olduğu Cambridge’de, kırılgan kulelerin kasabasında. Sonbaharın geç gelişini nehrin kenarındaki publarda oturarak beklemek ne hoştur. Hayır, kesinlikle sessiz değildir; aksine gelecek olan yeni yılın tüm hareketliliğini gözlersin oturduğun yerden. Özellikle Kasım ayı başlarında, İskoç viskini yudumlarken alıp başını gitmek istersin; içinde yolculuklara çıkarsın. Parisli ve Madridli grupların uğultusu içinde tekrar canlanır ruhun, tarihle bağlarını koparmadan.
Ona neden İstanbul' dan kaçtığını yazmalısın. Evet, kaçtın. Ondan ayrı yaşayarak, aynı şehri paylaşamayacağını yüzüne söyleyemeden. Şimdi tek yapacağın şey duygularını beyaz kağıda dökerek sözcüklerle satranç oynamak. Hüzün ve özlemden uzak bir kaç söz. Başarabilir misin? Bilmiyorsun. Onun seni baştan çıkaran, kelimelerde yanlış vurgular yapan uysal sesini duymadan yaşamak ve yazmak, ne kadar zor!.. Toprağın solgun renklerini elbise gibi giyen tenini ve gözlerini özledin onun.
Mektubunu okurken, kelimelerin arasında ürperten bir yalnızlık duymalı. Ve bir daha görüşmeyeceğinizi bilmeli. İçinden avuçlarına akan sarı hüznü buralara taşıdın. Sanki kuzey rüzgarı, yüzyıllardır alışık olduğu kadın hüzünlerinin içinde senin hüznünü de eritip, soğuk akıntılara bırakacak. Ve hayatın boyunca hüznü özleyeceksin, gelmesi beklenen mektuplar gibi...Yaşadığın simsiyah bir pazar gününün ardından kaçmak, grinin ve yeşilin tüm tonlarına sığınmak için geldin, sislerle örülü bu adaya.
Gizemli geçitlerin arasına saklanmış sokakların sonunda Anchor Pub. Ne çok seversin burayı, oturduğu yerden tüm manzaraya hâkimsin. Şehri kuran Romalı askerlerle bir akrabalığın var sanki. Köprünün üzerinde konuşan, resim çeken öğrencileri görebiliyorsun. Bu kenti seviyorsun ama hiçbir zaman yerleşmeyi düşünmedin. İskoçya' ya gidenler, "Bir de oraları gör" dediklerinde dinlemiyorsun, ama İstanbul’dan ayrılacağını söyleselerdi de inanmazdın. Kim inanırdı ki! İstanbul senin özgürlüğünün ilk yudumu. Her tarafı mı? Tabii ki, hayır! Sadece o eski Galata köprüsü. Şuh bir kadın gibi oynak, üzerinde her sınıftan insanı barındıran köprü. Üniversiteye giderken o köprünün üzerinde uzun uzun durur, etrafı gözlerdin. Bütün gün insan selini göğsünde barındıran Eminönü, gitgide eskiyen, bakımsız kalan cami, gökyüzünde bir karaltı yumağı gibi uçuşan güvencinler ve uzaktan kollarını göğe açan Süleymaniye.
O caminin ince, uzun Çerkez kızlarına benzeyen minarelerini görünce Hürrem Sultan gelir aklına. Elli ki yaşında ölmese ne olurdu Osmanlının durumu? diye düşünürdün. Çocukluk aşkın İstanbul. Kentleri sevmeyi babandan mı öğrendin? Elbette, "Kentlerin de kokusu vardır, duracağın yeri bilirsen duyarsın” , derdi. Çocuktun, İstanbul’un kokusunu duyduğunda. Oxford’dan ayrılan dört papazın kurduğu bu kentin kokusunu ise, genç kızken duydun. Sadece kokusu mu? Rengini de sevdin bu kentin. Baban tanımadı özgürlüğünün ikinci yudumu olan bu kenti. Sadece baban mı ? Hiç kimseyle paylaşmadın ki; onu, kenti hep kendine sakladın. Greville Sokağındaki evinden bisiklete binip, Mill Road da çıkarsın. Gonville Place ' in köşesine yerleşmiş Parkers Pıece parkının kenarına sıralanan dişbudak ağaçlarının gölgesinden süzülerek şehre gidersin, her sabah.Yaşlı gövdeleri yapraklar ile kaplanmış bu ağaçlar sana ayrı bir duygu yaşatır. Thomas Hardy'in romanlarından tanıdığın ardıç kuşu ve onun türünden olan black bird - siyah kuş - un turuncu rengi gagasını açıp kapatarak şakıdığı ses senin bu kentte ki tek arkadaşın . Gerçi bülbülün sesi kadar güzel değil ama kendini dinlettiren bir ötüş. Emmanuel Kolej'i dönene kadar duyarsın onları. Bu gökyüzü senin... İstanbul’un ki ise artık değil. Onun nefes aldığı ayağını bastığı topraklarda yaşayamazdın; her gün bindiği vapurun bir öncesine veya bir sonrakine binmeye çalışarak. Haydarpaşa Gar’ının önünden geçerken susup binayı seyre dalardınız. Tozlu ağaç yapraklarının gölgelediği yolun sonunda, denizin avuçlarındaki gar. Ve polis noktası. Bir de meşhur Gar Lokantası. Bir kadehte dertlerin açılıp döküldüğü yer. En az haftada iki gün oraya giderdiniz. Geleceği bekleyen Haydarpaşa Garı, garların dünyaya açılan kapısı değil miydi? Açık mavi renge bürünmüş gökyüzünü seyrederdiniz, sabahları. Bulutlar göçerdi bilinmeyen diyarlara. Çığlık çığlığa vapurla yarışırdı martılar. Kollarında olduğu geceler uykularını bölerdi bu çığlıklar. Karanlık, tül perdeden içeriye girer, umutsuzca üzerinizi örterdi. Birlikte karar vermiştiniz, İstanbul'un son kuşları, son martılar diye. Gün gelecek, denizin üzerindeki bu beyaz gölgeleri göremeyeceğiz derdiniz. Kuş sesi olmadan yaşamak düşünmekten bile ürkerdiniz. Ne garip! Martılar ve o İstanbul ' da, bir tek sen buradasın, kuzeyde bir adada. Bölünen uykularının arasında sıcak yaz rüzgarlarını andıran öpücükler koyardı dudaklarına. Açık ve koyu, birleşen iki ten güneşi gören kar yığınları gibi eriyip yok olurdu.Yüzünü avuçlarının arasına alır, kulağına eğilip aşk çocuğu olur çocuğumuz, derdi. Soramadın ona, aşk çocuklarına ölüm yakışır mı ?
Akşamları zorluk çekiyorsun uyumakta. Oysa, gece bütün acıları örter, derler. Kendini yorgun hissediyorsun, ruhun da yorgun ve yaralı. O, ince bir zehir gibi yayılmış vücuduna. Eğer İstanbul' da kalsaydın yok oluşunu hazırlardın. Peki ya onsuzluk! Onsuzlukta bir çeşit yok oluş değil mi? Dışarıda uğuldayan rüzgarın sesi çimenlere yayılırken, ona olan özlemin daha da fazlalaşıyor. İçinde dışa vurmaktan korktuğun tuhaf bir duygu var. Hep böyle yapmaz mısın? Çocukluğundan beri duygularını kendine saklarsın. Kıskanır, paylaşamazsın onları. Kimsenin dolduramadığı acı bir boşluk var yüreğinde. O boşluk, kurumuş göz pınarlarına asılı kalmış.
Saat dört suları. Pub’dan isteksizce ayrılırsın. Kimsenin olmadığı o dar yoldan geçiyorsun. Birbirine paralel iki kısa yol; kollarını açıp birbirini kucaklamak isteyen iki kadının kolları gibi...Özellikle bu saatte. Uzakta Trinity College’ in karşısındaki parkta flüt çalmaya başlamıştır iki sevgili. King's Kolej’in önünden dolanarak yolunu uzatırsın. Trinity Caddesi’ndeki kitap evinin vitrinlere bakarak oyalanmak istersin. Vitrin Shakspeare'nin kitapları ile doludur. Birbirine değen kitap kapakları, iki tenin ayrıksı duran buluşmasını çağrıştırır sana. Kitap raflarının önünde gezin bir süre. Shakespeare’nin kitaplarına bak, sonelerden birkaç dize oku. Onun ihtişamı soneler üzerine kuruludur. Onu da suçladılar, hatırlasana! Onda acı, üzüntü, nefret, ayrılık ve aşk var. İstersen eve dönerken otobüs terminaline uğra, bir bilet al Stratford-upon-avon'a git. Onu yerinde tanı, belki sevdiğini affetmene yardımcı olur. Ne der Shakespeare “Nehrin eğimi, söğüt ağaçlarını büyütür." Kendini tanıdın, affetmeyi büyüt içinde ağlayan söğütler gibi... Korkma parmağınla işaret ettiğin dizeyi seslice oku “Bir kadının yüzü seninkisi". Sen de fark etmiştin onun teninin duruluğunu, yüzünün güzelliğini . Kitapların sayfalarını karıştır biraz daha. Sen de biliyorsun ilk sonelerin sarışın bir delikanlıya yazıldığını, şairin genç sevgilisine duyduğu sevgi ve özlem derindir. Bazılarını rahatsız eder bu tür sevgi, seni etmemeli. Bence kitabı almalısın, bir Shakespeare kitabı, ikinci bölüme baktın mı? Şairin gözleri şehveti elbise olarak giyer, kiminle mi ? Dark Lady-Esmer kadınla tabii. Aynadan kaçırma gözlerini sen de esmersin.Gece kadar karanlık gözlerin, kirpiklerin gecenin elleri. Cehennem gibi karartma yüreğini, benzemesin saçlarının rengine. Kusurlar hoşgörüyle kapanır, başka renk kapamaz onları.Yaşamın izleri var Shakespeare’in sonelerinde. Senin yaşamının izleri nerede? Hangi kente aitsin hiç düşündün mü? Sen de gel gitler arasındasın, iki kente bölünmüş yüreğin, iki gök altına sığınmışsın. Kim o sarışın delikanlı neden fazla soru soruyorsun. Aşk esmer bir kadının teninde, sarışın bir delikanlının yüreğinde olabilir. Yedi pound altı pence, çok pahalı değil kitap. Çantanı aç; yirmi poundun var, rahatlıkla alabilirsin. Bu akşam okumaya çalışırsın biraz, her sayfadan bir satır kalsa aklında.
Gökyüzünü kaplayan patlıcan moru bulutlar yer değiştiriyor; körebe oynayan çocuklar gibi... Yağmur geliyor. Montunun yakalarını kaldırıp, iyice gömül içine, işten kovulan insanlar gibi, geçmişi unut, geleceğe bak. Geleceğin rengini arama, avuçlarına bir renk mutlaka düşer. Hafif soğuk rüzgar eser, İngilizlerin " chilly " dediği . İnsanın içine minik buzdan damlalar düşüren rüzgar. Köprüden geçerken durup, kollarını korkuluk demirlere dayarsın. Soğuğu daha iyi hissedersin burada. Hiç nehirde gezinti yapmadın. Hep kano ile gezinenleri seyrettin. Uzak arka koltukta tesadüfen bir bilet bulup, sinema salonuna girmiş bir seyirci gibisin bu kentte ...Havalar açarsa nehirde gezinti yap. Nehrin suyunu öpen söğütlerin altından geçerken bir dilek tut. Ördeklerle konuş, onlara geldiğin kentin gökyüzünü anlat.
O gece, saat yediye geliyor. Acıyla kıvrılmıştın yere. Ellerini karnının üzerinde kenetlemiştin. Aşk çocuğu terk ediyor seni. Durakta inmesi gereken sabırsız yolcu. Sanki uzun süredir karnında değilde ellerinde kristal bir kase gibi taşıdın onu. Bir an dalgınlığına geldi, parmaklarını araladın, hafifçe, parmakları arasından düşüp paramparça oldu, yere saçıldı. Halının üzerine yayılan minik kristal cam parçaları mı yoksa... Yoksa kırmızı renk miydi gözünü kamaştıran? Ellerini uzatabilsen halıya, dokunabilsen, kristal kase tekrar avuçlarında olacaktı. Kendini vitrinlerin soluk ışıklarında kaybolmuş cansız mankenlere benzettin. Gizemli bir çift göz seni oradan alıp çıkarmış sonra, sokağa bırakmıştı. Hep o gözü aradın sokakta. Vücuduna kadın olma zevkini tattıran o gözü .
Tekrar nehir kenarına inip, son bir defa okumak istersin yazdıklarını;
"Merhaba ,
Sensizlik ve sonsuzluk hayatın kaçınılmaz bir gerçeği. Sessiz bir varoluş anlamsızlıklarla yüklü; seni paylaşmadan senin kadının olmak. Yeraltı sularının deniz özlemi gibi sevgim. Paylaşamadığım sevgimden korkuyorum . Gitgide büyüyor gözlerimde ,gözlerin gibi.. .Sevgi dışında her şey yabancı bana . Evle , sokaklar, renkler ...
Sen de haklısın. Çoğumuz seçimi elinde doğuyoruz. Bıçakla kesilmiş, ince seçimler ve onunla yaşıyoruz. Sen çizginin iki tarafında gidip gelerek beni ve kendini yordun. Belirsizlik seni mutsuz etti. Mutsuz olmasan itiraf etmezdin. Belki de gelgitler arasında kalmak, senin hayatının sürekliliği. Sen hep gölgede kalacaksın. Oysa ben, kör karanlıkta uçuşan umutlarını sevmiştim senin . "
Daha fazla okuyamadın mektubu. Bunları yazmak istememiştin ki! Neler yazmışsın. Yolun kenarındaki yuvarlak, kırmızı posta kutuları Victoria devrinden, on dokuzuncu yüzyıldan kalma. Hayır bu mektubu oraya atamazsın. Kırmızı nefret ettiğin renk... O gecenin rengi, umutsuzluğu paket yapsalar kırmızıyla sararlar. Mektup ve zarf... Birbirine yakın/uzak iki sevgiliye benzetirsin onları hep. Bir an iç içe, sonra ayrılırlar.Kaç mektup var zarfının içinde kalan? Elinden kaydı mektup, atmak istemedin. Suyun üzerinde nergis çiçeğine benziyor. Ellerini her tutuğunda nergis kokusu var avuçlarında, der, öperdi. Onun sözleri bitmeyen mevsimlere benzer. Uzun, kurak yazlara...Yok yok bahara eremeyen kışlara. Hep konuşurdu. Hiç nefes almaz mı diye merak ederdin? Nasıl da anlamadın? Sorun bir kadın olsaydı affeder miydin? Sormak istemediğin soruları sormazdın kendine. Annenin sevgilisi olduğunu öğrendiğin günden beri, üçlü çıkmazları sevmezsin sen. Oysa baban terk etmedi sizi. Unutabilir misin onu? Alışveriş yaparken yanlışlıkla biri sahte para verdi, sende başkasına vermelisin, veremezsen sen de kalmalı. Gün gelecek unutacaksın bütün bu olanları, kimse hatırlamayacak Neden hatırlasın ki ! Bu kadar fazla yüklenmemelisin yüreğine.
Uzaklaşmak istiyorsun nehir kenarından, tekrar caddeye dön, kalabalığa karış. Birazdan şehir merkezi sessizliğe bürünecek. Kulelerin karanlık gölgeleri ile baş başa kalacaksın. Issız şehirde, ıssız parkların, el değmemiş sokakların olacak yarın sabaha kadar .Yağmur hızlandı, ama kimse aldırmıyor. Sen de aldırma. Bırak hüzünle yağmur birlikte olsun. Girme aralarına. Bu kent kırılgan kulelerin kenti, kulelerin üzerinde yaralı güvercinler uçar, gölgesinde cübbeli öğrenciler koşuşturur, bu yüzden seversin bu kenti.
Nehrin kenarından ayrılıyorsun ama gözün, mektubu içine alan sularda. Magdalene Caddesine çıkıyorsun, bir an önce uzaklaşmak istiyorsun oradan. Adımların, attıkça küçülüyor küçülüyor, ayakların birbirine dolanıyor. Parka doğru yürü. Bak oradalar, yağmura aldırmadan çalıyorlar flütlerini, iki solgun beyaz erkek, göz göze. Gözlerini gördün mü? İki mavi ışığın buluşması. Bu nasıl aşk? Havanın tüm rutubetine, yağmura ve rüzgara karşı birlikte olmak!..Güneşli günler az bu kentte bilirsin. Onların sevgisinin yanında güneşin ışıkları bile sönük kalıyor. Onun için güneşi az görüyor insanlar. Kıskanmalısın onları. Ve aşkı kutlamalısın. Hayır onlar gözlerinle ya da tenlerinle sevişmiyorlar. Flüt... Ondan çıkan ezgilere kulak ver. Dokunuş o notalarda, tutku, aşk flüte değen parmakların uçlarında. Onlara para vermelisin. Çantanı aç. Kitabın üzerinden kalan bozukluklar. Yirmi, elli pence olmaz. Kutuda da onlar var diyorsun. Olsun, sen bir pound at. Çok para, hiç kimse bir pound atmaz diyorsun, sen at. Aşk ve sevgilin için.
Neden bu öykü?
Bu öyküde ev iki kent olur. Biri kaçılan kent İstanbul, diğeri sığınılan kent Cambridge'dir. Kaçılan kentte tarihe uzanırken söz, Süleymaniye'nin gölgesinde süregelen aşkı hatırlar. Sığınılacak kent ise doğası, sokakları, kırılgan kuleleri, ıssız parkları, Cam nehrinin kenarlarını kaplayan uzayan giden yeşil çayırlarıyla vardır. Yaşayan dipdiri iki kent vardır, biri birine baskın çıkmaya çalışan, insanın kendisini bulmasına yardımcı olan. Birinde aşk kaybedilirken diğerinde sevgiliyi affetme duygusu istemeden baskın çıkar. Kent, evin bir parçası değil, evin ta kendisidir. Koruyan, gözeten, saklayan, aşk acısını avutan bir yerdir. Aşk yalnızlığına, hüznüne Shakespeare'ın dizleriyle bulunmak istenen avuntu, yağmurlu bir günde flüt çalan iki aşığın ezgisinde son bulur. Öyküde tensel bölünmeler örtük olarak işlense de, cinsiyet ayırımından çok gender olarak varlığı ele alınır.
Hâle Seval
Savaştepe/Balıkesir’de doğdu. 2000 yılında Cambridge’de, Anglia Ruskin Üniversitesinde Shakespeare, Şiir ve Kısa Öyküler üzerine kursa katıldı, aynı üniversitede ilk liberal feminist kadın Mary Wollstonecraft üzerine yazınsal çalışmalarını yaptı. 2007 yılında Cambridge Üniversitesi Uluslararası Yaz Okulunda Savaş Sonrası İngiliz Şiiri ve İngiliz Şiirinde Kır Manzarası derslerini aldı.
Değerlendirme denemesini Philip Larkin üzerine yazdı. Felsefe Yüksek Lisans tezini "Benim Adım Kırmızı'da Ben Kavramına Hermeneutik Bir Yaklaşım" başlığı altında yazdı. Şu an doktora çalışmalarına devam ediyor.