12 ARALIK, PERŞEMBE, 2024

“Öykünün Öyküsü": Nalan Barbarosoğlu

“Bir antoloji için tek bir öykünüzü seçseniz hangisi olur? Neden o öykü?” Nalan Barbarosoğlu’na sorduk. Hem seçtiği öykü "Yol Yorgunu” hem de “öykünün öyküsü” sayfalarımızda…

title_image

“Bir antoloji için tek bir öykünüzü seçseniz hangisi olur? Neden o öykü?” Nalan Barbarosoğlu’na sorduk. Hem seçtiği öykü "Yol Yorgunu” hem de “öykünün öyküsü” sayfalarımızda…


yol yorgunu

                                                                           Nursel Duruel’in
                                                                           "atlarını sürüp geldiler
                                                                           (yol yenisi)" için, verdiği esinle...


Bir trende gidiyorum. Hiçbir istasyonda durmayan bir tren bu. İki vagon arasındaki küçük sahanlıkta demirlere tutunup trenin en konforlu vagonunu dikizliyorum. Başköşede duran, pencereye sırtını vermiş kırmızı koltuğa siyah smokin giymiş bir adam oturmuş; çerçevesiz gözlüklerinin arkasındaki gözlerinin rengi seçilmiyor. Yüzü ifadesiz, yaşı belirsiz. Dörde katladığı gazeteyi okuyor, büyük büyük dumanlar savurarak sigara içiyor. Arada, gözlerini gazetesinden ayırmadan bir el işaretiyle camları açmalarını istiyor yanındaki hizmetlilerden; içeri dolan rüzgârla gür saçları dalgalanıyor. Saçları dalgalanırken, koltuktaki ve dünyadaki yüzölçümü genişliyor adamın. İçtiği tütünün ağır, başdöndüren kokusu bulunduğum sahanlığa kadar geliyor. Kokuyu hiçbir rüzgârın dağıtamadığını fark ediyor, dikkat kesiliyorum. Geçtiğimiz yol boyu ne köprü ayaklarında anafor yapan ırmakların sesini getirip bırakan rüzgârlar, ne bazı kasabaların saçtığı kömür tozundan ağırlaşmış rüzgârlar, ne terk edilmiş köylerin kan kokusunu taşımaktan yorgun rüzgârlar, ne yolunu yitirmiş gezginlerin ayaklarındaki sızıdan süzülen “ah” sesinin yankısıyla genişleyen rüzgârlar, ne de yamaçlardaki tarlalardan maltız kokusu devşiren rüzgârlar vagonun tütün kokusunu eksiltiyor... Adamın sigarasını ağzına götürmek dışında bedeninde pek bir kıpırtı yok. Bazen de sigarayı uzun bacaklı, sedef işlemeli sehpanın üstündeki telkâri bir zarfın içinde duran tablaya bırakıyor, gazetenin yeni bir sayfasını açıp yine dörde katlıyor. Hizmetliler vagonun yalınlığı elden bırakmayan gösterişle döşenmiş eşyalarına karışıp kendilerine işaret edilene kadar sabit duruyorlar. Vagondaki durağan hayatın aksine camların arkasındaki hayat neredeyse algılanmayacak kadar hızlı geçiyor.

Yorulup vagonu dikizlemekten vazgeçiyorum. Sürekli değişen, geçip giden görüntüyü seyrediyorum. Bu trene binmeden önce bir hayatım yokmuş gibi geliyor bana... Bu adamın ağır varlığı kadar ağır tütün kokusundan başka yer eden bir şey yok sanki belleğimde. Ormanlar, tarlalar, otoyollar, köprüler, kamyonlar, dereler, şehirler, köyler geçip duruyor gözümün önünden. Orman diyorum, ağaç işte, ya da bir şahin bu uçan kuş, köprünün ayakları ne güzel diyorum, bir an gördüğümde. Kendime diyorum tabii. Her şeyi hareket halinde görmekten olduğunu sandığım bir sıkıntı var içimde. Her şey geçip gidiyor. Trenin sahanlığında dört bir yanımı çevreleyen oyunbaz rüzgârın taşıdığı kokuları da ayırt edemez oldum; kolumu, bacağımı nasıl hissedemiyorsam öyle. Ağırlığımı yitirmiş gibiyim. Taşıma eşiğini aşmış bir ağırlığım olduğunu sanıyorum. Eylemsizliğe teslim olmuş bir hayatın ağırlığından ne çıkar!? Tren dursa, geçip giden görüntülerden kurtulsam, kulaklarımdaki trenin uğultusuna karışan dünyanın uğultusundan kurtulsam, görüntüler ve sesler yerli yerine otursa ben de ağırlığıma kavuşurum belki, nesnelerden bir nesne, kuşlardan bir kuş, ağaçlardan bir ağaç, bulutlardan bir bulut, denizlerden bir deniz, insanlardan bir insan olurum.

En iyisi uyumak... Uyuyunca dünya yerli yerine oturuyor sanki. Rüyalarımda uzun uzun bakabiliyorum bir göle örneğin. Kuşlar böyle bir görünüp bir kaybolmuyorlar baktığımda. Geçenlerde bir değirmen gördüm uykumda. Uzun uzun baktım kapısına, kapının yanında dönüp duran çarka, akan suya. Ne kadar güzeldi. Gökyüzü yüksek, parlak, güneşli. Uyandığıma çok üzüldüm. Gözlerimi kapadım hemen. Yine uyur, değirmeni görürüm diye. Nafile. Pencereden geçip giden bir okul bahçesi vardı, oynayan çocuklar, bahçenin dışında bekleşen kadınlar, erkekler, genç kızlar, delikanlılar... Bir de bir köpek görür gibi oldum aralarında. Orada bekleşmelerine bir anlam veremedim. Belki de bekledikleri falan yoktu. Trenden bakınca öyle görünmüş olabilir. Ayırt edemiyor insan. Sonra bahçe içinde evler, dizi dizi... Çarşıydı sanırım sonra, dükkânlar, girip çıkanlar, saplı, yuvarlak tepside çay taşıyan çocuk (işte bunu çok iyi ayırt ettim; çayın kokusunu duyar gibi oldum da ondan), tepeden tırnağa siyahlar giyinmiş bir adam kocaman bir aynanın önünü süpürüyordu. Süpürgesi kendi boyu kadar vardı... Aynada kendine bakıyor gibi yavaş yavaş süpürüyordu. Garipti. Belki de bana öyle gelmiştir. Rayların kenarında durmuş, trene el sallayan bir sürü çocuk vardı. Bağıra bağıra bir şeyler söylüyorlardı ama trenin sesine karışıyordu sesleri. Elimi kaldıracak halim yoktu.

Belki diğer vagonlardakiler el sallıyordu çocuklara. El sallayan var mı diye içeri dönüp bakmadım bile. Aklım değirmende kalmıştı, akan suda, çarktan sıçrayan damlalarda. Ne zaman bir değirmen gördüm acaba? Rüyamdakinin dışında?

Evet bir değirmen vardı. Rüyamda gördüğüm değirmene benzemeyen bir değirmendi ama o. Vadide, köyün epey dışında. Su çekilmiş, metruk kalmıştı. Baharda leylekler yuva yapardı yıkık damına. Baykuşlar yuvalamıştı içini. Ayaklarınızın ucuna basa basa yaklaşıp kapıdan başınızı uzattığınızda görürdünüz gölgeli bir karanlıkta dizi dizi bir sürü baykuş... Koşarak geçerdi oradan çocuklar.  Bir gün, yüreğim ağzımda  geçmiştim ki değirmenin yanından, oh diyemeden daha, gördüm: Kan vardı. Ayaklarımın dibinde kan. Bacaklarımdan akıyordu. Çoraplarımdan yemenilerime, yemenilerimden iki taşın arasına sızıp gölleniyordu kan. Elimde üzerlik otları yanaklarımı çiziyor, ince ince, çizik çizik kanıyordu yüzüm. Annem abim için yine üzerlik yakacaktı. Evin odalarında, avluda, mutfakta, ocağın dört bir yanında dolaştıracaktı kapkara sıcak tavayı. Tohumları salkım saçak taşıyordum ki eve, bacaklarımdan akan sıcaklıkla donup kalmıştım olduğum yerde, orda, değirmeni geçince. Karşı yamaçtan toplamıştım, kayaların ardından. Abimin de aralarında olduğu atlılardan bir toz bulutu kalmıştı geride. Abimin bindiği doru atın akıtması alnımda kalmıştı, rüzgârı hırkamın içinde. Gitmişlerdi, atlarını sürüp gitmişlerdi. Dilek ağacı kavruk bir aylandız. Issız dalların gölgesi taşların arasında göllenen kanıma düşmüş, resim olmuştu.

Sanki şeytan dürtüyor... (Bu trende beni sık sık dürtüyor şeytan. Hoşuma da gidiyor ayrıca.) Yerimden kalkıp yine ön vagonun sahanlığına gidiyorum. Gözümü vitraylı camın boyası dökülmüş kısmına yerleştiriyorum. İtiraf etmeliyim ki, biraz da gözüm sayesinde büyüdü bu boyasız delik... Kim bilir benim gibi kaç kişi merakına yenilip bu gözetleme deliğini oluşturdu gide gele sabırla. Trendekki ön vagonu fark edip de cazibesine kapılmayacak herhangi bir kişi olabileceğini düşünemiyorum. Smokinin ceketini çıkarmış, papyonunu çözmüş, gömleğinin kolalı yakasını gevşetmiş, kollarını göğsünde kavuşturmuş, pencereden dışarı bakıyor. Upuzun boyuyla, dimdik, kıpırtısız duruşuyla bir film kahramanı hissi uyandırıyor. Onu profilden görüyorum ama baktığım yerden bana öyle geliyor ki, pencereden dışarı baktığında benim gibi ya da trendeki diğerleri gibi hızla geçen görüntüler değil gördüğü. Baktığı şey, baktığı anda duruyor, sadece o anını değil, o ana kadar topladığı bütün hayatını ona hem de o an açıyor, ondan hayatının hiçbir gizini saklayamıyordu. Öyle ki, bakılanın bile fark edemediği, unuttuğu, gözden kaçırdığı hayatına dair her şey ama her şey adeta bir fotoğraf karesine toplanıyor, o ise önünde kendini açan fotoğrafı tadını çıkara çıkara okuyordu. Yargısız ve kayıtsız. Bir koleksiyoncu tutkusuyla bakıyor, bakışıyla zamanda ve mekânda dağılıp gitmiş tüm parçalarını toplayan, kendini bulan fotoğraf karelerine. Anlık bir olgunluk ya da hayatın sırrına anlık bir eriş gibi. Okuduğu gazeteyi sehpaya bırakmış, gözlükleri gazetenin üstünde duruyor. Telkâri zarfın içindeki kesme camdan sigara tablasını temizlemiş olmalı hizmetliler; tertemiz. İçtiği sigaranın ağır kokusunu özlediğimi duyumsuyorum. Bir an, gözünü pencereden alıp başını çevirecek ve bana bakacakmış gibi geliyor. Başımı telaşla çekip sahanlığın kenarına kaskatı yapışıyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor sanki. Kalbim gümbür gümbür. Trenin uğultusu ve yanından hızla geçtiğimiz meşelik, ağçların arasından belirip kaybolan derenin gürül gürül aktığını düşündüğüm suyu başımı döndürüyor. Yeşili çıtır çıtır bir ilk yaz kokusuyla kendimden geçiyorum. Yerime gitmek istiyorum. Gözlerimi kapatmak ve durgun bir görüntünün içine uzanmak. Uyur gibi. Örneğin çok uzaklarda kalmış geçmişimden bir hikâyenin içinde uyumak.

Uyuyan baykuşların yakınında bacaklarımdan sızıp taşların arasında biriken kanı hayra yormuyor annem, anlattığımda. Şimdi annem, benim için de üzerlik tüttürüp dolaştıracak odaların dip köşesinde, biliyorum. Gözlerini kısarak kapıya bakışından anlıyorum. Büyük ocaktaki kazanı yakıyor annem. Kilere yaklaşmamı, sofraya getirilen ekmeğe dokunmamı, bıçak, makas tutmamı yasaklıyor. Yıkanıp paklanıyorum. Üst üste dizip oyalı tülbentle bohçaladığı çaputları elime tutuşturduğu anda bir şeyler değişiyor sanki hayatımda... Bunları kullanıp yıkayıp kurutacaksın, kullanıp yıkayıp kurutacaksın ve hiç kimseye göstermeyeceksin diye sıkı sıkı tembihlediğinde anlıyorum ki, artık gizli bir hayat süreceğim, gizleyeceğim kendimi hayattan ve herkesden. Ama en çok annemden. Beni en çok bilenden. Sonra, babamdan da. Beni en çok sevenden de... Tabii abim, atının terkisinde benim de hayatımı taşıdığına inanan abimden bile gizleyeceğim kendimi. Herkes hem çok iyi bilecek, hem hiç bilmeyecek: Kimim, nerdeyim ve nereye aitim?

Annemin annesinden alıp üzerlik kokusuna bulayıp içime kattığı bilgiyle başım dönüyor. Sıkı sıkı bastığım ve tabanlarımda varlığını hissetmekten haz duyduğum toprak sallanıyor. Dengemi yitiriyorum; düşmek üzereyim... Köyün yukarsından ipek bir kumaş koyveriyor sanki kendini; dalgalana dalgalana sokak boyunca akıyor, aktıkça uzuyor, aktıkça uzuyor, aktıkça uzuyor, büyük sokağa bağlanan küçük sokaklara girip çıkıyor, sokaklara açılan eşiklere yüz sürüp köyün meydanına doğru akıyor sanki... Boyuna akıyor... Sarı, sapsarı akan kumaş göz alıyor güneş gibi. Korkuyor, gözlerimi açıyorum. Annem belimden kavramış, beni adeta sürüklüyor, yumuşacık sesiyle “uzan şu sedire” diyor. Tam o anda yok oluyor kumaş; meydana varamadan. Buhar olup uçuveriyor köyün sokaklarından, evimizin eşiğinden. Annem sıcacık ellerinin arasına almış ellerimi, ısıtmaya çalışıyor. Ellerimin buzu annemin nasırlı avuçları arasında çözülüyor, buz çözüldükçe annem içime doluyor sanki. Anne oluyorum ben de. Anne oldukça yüreğim genişliyor; annem oldukça boğazımda bir yumru büyüyor, göğsüm ağırlaşıyor... Gidenlerin hep arkasında bakan annemin hüznü yürüyor kollarıma, bacaklarıma. Bir ağaç gibi dal budak salarak anne oluyorum uzandığım sedirde...
       
Annem nasırlı avuçlarında ellerimin buzunu çözerken, oyalı bohçadan çıkan çaput bacaklarımın arasında akan kanı emerken ağaç olur gibi anne oluyorum. Köklerime sırtını dayamış bir yuva. Yavrularını büyütüyor toprak renkli bir yılan. Gölgemde bir siyah gelincik; kökü yılan yuvasının sıcaklığında serpilip usul usul büyüyor. Anne yılan, yavruları kadar siyah gelinciğin de soğuk derili sıcak bekçisi. Gölgemde, çocukluğumun kocaman gözleri gelinciğin karasından büyülenmiş, gerçekliğinden emin olmak istercesine korka korka dokunuyor gelinciğe, bir siyah taç yaprak düşüyor toprağın üstüne, sıcacık toprakta uyuyan anne yılanın pulları arasında ılık bir esinti dolaşıyor, yavrularının üstüne biraz daha kıvrılıyor yılan. Çocukluğum toprağa düşen siyah ipeği göğsüne atıyor telaşla. Siyah gelincik tedirginliğine ve cesaretine bulanıyor bedeni. Korkuyor. İkircimli her şeyden korkuyor çocukluğum. Şimdi ağaç gibi anne olan gövdemle çocukluğumu buluyor, taşıdığı korkuyu okşuyorum. Okşadıkça korku bana kendini açıyor. Anlıyorum ki, ikircimli her şey ikizdir birbirine. Ellerimin buzu çözülüyor, ılık bir esinti dolaşıyor terli saç diplerimde. Ürperiyorum. Çocukluğumun korkularını muska yapıp anne olan bedenime takıp kalkıyorum uzandığım sedirden, annem örgülerimi çözüyor; yemenisiyle kuruluyor ıslak saçlarımı.

Aylar geçiyor, mevsimler... Gidenlerin kimisi geliyor, kimisinden haber alınamıyor, kimisi dönmüyor... Kalanlar bekliyor... Gidenlerden hiç konuşulmuyor. Dönenler hiçbir şey anlatmıyor; kalanların arasına karışıp uzaklara bakıp bekliyorlar. Dilek ağacında rüzgârlarla salınan renk renk dilekler birikiyor. Ağaç zamanla dolup taşıyor... Koşmak isteyen bacaklarım bedenimi taşımaz oluyor.

Abim dönmüyor; annemin omuzları çöktükçe çöküyor; babam yılkı atına dönüşüyor avluda oturmaktan. Babama baktıkça görüyorum: Yılkı atları ıssız dağ yamaçlarında üstlerinden geçen çelik kuşların gürültüsünden ürküp birbirinin üstüne çıkıyor... Şahlandıklarında birbirlerini eziyor; ölümleri kendi toynaklarıyla geliyor birbirinin belini kırdığında. Biliyorum; babam kuyuya anlatırken gizlice dinlemiştim: Sürüp gittiğimiz atlar çok uzaklarda şimdi. Çadır kuramadığım yaylalarda yılkı dolaşırlar; çelik kanatlı kuşlar büyük gürültülerle geçti mi tepelerinden tiz homurtularla kulakları titrer, burun kanatları açılır kapanır. Uzun kirpiklerinin gölgelediği gözlerinde utançtan bir perde olur bazılarında; perdede ucundan kan damlayan kılıçlar, başı çok uzağa fırlayıp gitmiş bedenler bir görünüp bir kaybolur. Bazıları ise cirit atanları saklar gözbebeklerinde; yarışmanın ve yenişmenin, yenişememenin kardeşliğini... Çoğunun parlaklığını yitirmiş kıllarının arasında nice bağbozumunun tozu, toprağı, nice harman sonrasının anız kokusu.

Annem dokunuyor içime; babam dokunuyor; babamı benzettiğim ama görmediğim yılkılar dokunuyor...Ve bir gün bir deli yağmurdan sonra toprak buram buram tüterken, güneş ağaç dallarında çakımlarla parlarken, yaprak yeşilinde biriken sular damlarken... Gelmeyen abimin kor olan boşluğu çağırdı beni yollara.

Annemin merdiven altına sakladığı, abimin ayağına küçülen çizmeleri geçirdim ayağıma, bir-iki hırkamı, kazağımı, gömleğimi dürüp koydum bulgur heybesine; çoraplarımı ve oyalı küçük bohçamı da. Geçtim anne-babamın karşısına, öptüm ellerini. Önce olmazlandı babam; annemin omuzları genişledi birden, bırak, dedi babama diklenmiş sesiyle; gitsin. Kalanın ne farkı var gidenden!

Gittim.

Ve gittiğim günü hiç unutamadım. Evden dışarı adımımım atar atmaz tüm dünya içime dolmuştu sanki... Ben tüm dünyaya dolabilecektim gümbür gümbür... Sanki  alabildiğine dingin bir gölde yüzüyordum ve bir o kadar da büyük bir telaş vardı kollarımda, bacaklarımda kıpır kıpır. Sukuşları kanatlarıyla dalgalandırıyordu gölü, salkımsöğütler yapraklarıyla. Bulutların pofuduk gölgelerine girip çıkıyordum taklalarla; ayak parmaklarıma, bacaklarıma, kollarıma dolanan yosunların yapışkan kayganlığı içimi ürpertiyordu. Güneş cömertti bulutların arasından kayıp gölü incecik dalgalandıran ışıklarıyla. Gözümün önünden geçip giden göllere hiç benzemiyordu. Yamaçtaki ağaçlarının arası az önce gördüğüm gibi bir örnek evlerle ada ada açılmamıştı örneğin. Ön vagondaki yakışıklı ve kibirli adam bana kendini göstermemişti daha. Varlığını iliklerimde hissetmeme, cazibesine kapılmama, uykularımda yüzümün korkudan bembeyaz bir kâğıda dönüşmesine daha yıllar yıllar vardı. Rüyalarıma hacmi belirsiz bir ağırlık olarak girmesi için gençliğimin diriliğiyle bindiğim bu trenle daha çok yol kat etmem gerekecekti.

Evden çok da uzaklaşmadan önümden geçen bu trene atlayıverdim. Nerden bilirdim bitmeyen yollardan gelip bitmeyen yollara gittiğini ve hiçbir istasyonda durmadığını, yolcularını bir türlü bırakmadığını... Herkese meşrebine göre ömür biçen bu trenden atlamaya çalışanları da gördüm. Atladıkları anda gidecek bir yerleri olmadığını görüyorlardı. Gördükleri bu gerçekle dehşete kapılıyor, dehşeti taşıyan bir yüzle sonsuza karışıyorlardı. Korkunç. Kendini trenin ritmine bırakmış, geçip giden görüntülere aldırmadan zamanı öğütenler de vardı. Şimdi düşünüyorum da, ne zaman ki, ön vagonda yaşayan o yakışıklı ve kibirli adam gözlerini gazetesinden kaldırıp gözlerimin içine bakar, bu tren durur, uğultu toprağa karışır, havaya dağılır ve ben de seslerin, renklerin, kokuların yerli yerine oturduğu sonsuz bir sessizliğin içine çekilebilirim. Yorgunluğum toprağa akar. Sonsuza karışırım. Hiç yaşamamışım gibi.
(Mayıs 2008)

Neden bu öykü?

bu öykünün mayasında yine bir öykü var

Aradan otuz üç yıl geçmesine rağmen, Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya öyküsüyle Akademi Kitabevi Ödülü’nü kazandığını Cumhuriyet gazetesinde okuduğum günü çok iyi anımsıyorum. Feriköy’de kaldığım küçük mü küçük ama bir o kadar da kalabalık (bugünkü başbakanımızın kulakları çınlasın, kızlı – erkekli) öğrenci evindeydim. “Geyikler, Annem ve Almanya” adı içimde o kadar yankılanıp durmuş ve öyküyü o kadar merak etmiştim ki, kitap olarak yayımlandığında bir solukta okumam ve ev arkadaşlarım arasında da elden ele dolaşması bugün bile gözümün önünde. Sonra kitabın Sait Faik Öykü Armağanı’nı kazanmasına nasıl sevindiğimiz de.

Nursel Duruel’in sonraki kitabı Yazılı Kaya yayımlandığında 1990’lı yıllara gelmiştik ve ben de bir süredir kendi kendi kendime acemi acemi öyküler yazmaya çalışıyordum.Yazılı Kaya, Geyikler Annem ve Almanya’dan daha farklı kaynaklardan besleniyordu... İlk kitabın son öyküsüyle (: “Yineleme”) bir ilmek atılmıştı büyük bir olasılıkla ikinci kitaba. (Tabii bunu fark etmem için öykü sanatının kendisi üstüne de yoğunlaştığım 2000’li yıllara gelmem gerekecekti.)

Öyküyle yakından ilgilenenler, gerek Geyikler, Annem ve Almanya’nın, gerekse Yazılı Kaya’nın Türkçe öykünün birer dönemeç noktası olduğunu bilirler. Nursel Duruel öykülerinde kültürel bilinç ve bilinçdışı ilmek ilmek birer alt metin olarak dokunur. Kısa öyküye bir bakıma roman oylumu da kazandıran bu özellik, soyutlamanın (hayattaki ve sanattaki soyutlamanın) yetkin örneklerini oluşturur Nursel Duruel öykülerinde. Her okunuşlarında yeni bir perde açılır okurun gözü önünde. Öyledir bazı öyküler, belki bir ömür boyu “okudum” diyemezsiniz bir türlü.

Yıllar içinde pek çok kez okudum iki kitabı da. Kitaplardaki birçok öykü film olup gözlerimin önünde aktı. Bir gün bir tren yol alıyordu gözümün önünde. O trende güzel güzel giderken bir baktım yazıyorum. Tamam, yazıyorum aman ne iyi. Ama Nursel Duruel’in Yazılı Kaya’daki “Atlarını da Sürüp Geldiler (Yol Yenisi)”nden sızıp yazdığım öyküye yerleşen atları, toprak renkli yılanı, siyah gelinciği sonra sonra fark ettim.  Ve bu öykünün yıllar içinde bende bir maya gibi çoğaldığını, “Yol Yorgunu” diye bir öykü çıkardığını da. Bağlamları, coğrafyaları, alt metinleri çok farklı olsa da, bu öykümü sırf bu yüzden severim: Benim için çok değer taşıyan bir öyküden uç verip kendini yazdırdığı için. Tıpkı bir armağan gibi.

;
0
6
0
Yazar:
Tag: Nalan Bararosoğlu, Nursel Duruel, Öykünün Öyküsü,
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage