12 ARALIK, PERŞEMBE, 2024

“Görmemizin Yasak Olduğu Yerlere Gidiyorum”

Cihan Gülbudak, bir diğer adıyla Meczup, yeryüzündeki sayılı thereministlerden biri. Theremin, dokunmadan çalınan ve teknik olarak diğer müzik aletlerine benzemeyen bir yapıya sahip. Ortaya çıkışı 1928’e kadar uzanıyor. Gülbudak, uzun yıllar İstanbul’da yaşadıktan sonra memleketi Fatsa’ya dönmüş. Metropole başlayan theremin icrasını şimdilerde doğanın tam ortasından yükseltmeye devam ediyor.

title_image

Cihan Gülbudak ile yeni tanışanlar ilk olarak ağaçların arasındaki performanslarıyla karşılaştılar. Ancak bütün bunların bir de devamı var. Gülbudak, aynı zamanda Habis Kıssa adlı romanın yazarı ve mücelliti. Yazdığı kitabı kendi kurduğu tezgâhta ciltliyor, dikiyor ve tek tek çoğaltarak insanlara ulaştırıyor. Onunkisi disiplinler arası bir tür duygu etkileşimi diyebiliriz. Ya da birbirini tamamlayan pek çok parçanın bütüne kavuşma çabası. Cihan Gülbudak’la theremin performanslarını, ilk romanı Habis Kıssa’yı, Meczup’un ortaya çıkış hikâyesini ve mücellit olma yolundaki aşamaları konuştuk.

Meczup’la ve thereminin hikâyesiyle başlayalım. Her şey nasıl başladı, anlatabilir misin?

Hiç unutmadığım bir anım var. Altı yedi yaşlarında bir kahvaltı sofrasında babamdan gitar istemiştim. Aşırı anlamsız bir tepki gösterip “sen de nerede i… işi var onu buluyorsun” demişti. O kalkıp işe gittikten sonraki kahvaltı sofrası hâlâ tüm detaylarıyla gözümün önünde. Nedense bu tepki genetik kodumda kırılmaya sebep olacak tarzda bir travmaya dönüşmüş ve küçük bir gitar hevesinden theremine uzanan yolun kapısını aralamıştı. Yani gitarı tırnak içinde i… işi olarak gören zihniyete göre şeddeli i… işi sayılacak theremin maceram bence o gün başladı. Küçük ricam karşısında gösterdiği tepkisi yüzünden uzun yıllar babamı çok suçladım. Fakat on yaşında İstanbul'a tek başına gelip kaporta boya dükkanlarında çalışan, oralarda yatıp kalkan bir çocuğun maço görünme zorunluluğunun da onda bir travmaya dönüştüğünü fark ettim. Üstelik müziği çok da seven biridir kendisi. Onun belleğindeki izler, görünmek zorunda olduğu kişi olmak mecburiyeti belki benimkinden daha trajik bir hikâye barındırıyordur. Sonuç olarak uzun yıllar bir gitarım ya da başka bir enstrümanım olmadı. İlk gitarımı fındık ameleliğinden biriktirdiğim parayla gizli bir şekilde aldım ama hiç ummadığım bir şeyle karşılaştım. Sosyal ve ekonomik açıdan ağlarını örüp benim müzik yapmama engel olan ama inadım yüzünden başaramamış gibi kaderin planları bitmemişti. Ben gitar çalıyor, çaldıkça kaşınıyordum. Su kesecikleri bitiyor, dökülmeler, kızarıklıklar… Sonradan ortaya çıktı ki benim adi metal, cila ve bedenin yabancı bir tehdit olarak yorumlayabileceği her türden maddeye alerjim varmış. Bu durumda bir enstrümanı etüt edecek kadar vakit harcamam mümkün olmuyor. Ben de vazgeçiyorum enstrüman sevdasından ve mikrofon elimde orayı burayı kaydediyor, elde ettiğim sesleri deforme edip müzik yapmaya çalışıyorum. Yeni ilgi alanım olan ses sentezlemeyle ilgili doküman karıştırırken ansızın karşımda, çoğu kimsenin de ilk tanışıklığına sebep olan tecrübe çıkıveriyor; dokunmadan ses çıkartılan ve icracıyı adeta sihir yapar gibi gösteren bir alet, theremin! Ertesi gün elimde olan bütün ekipmanı satıyor ve Amerika’dan siparişini veriyorum. Müzikal kariyerimin kurtuluşu olarak da on üç yıldır yarenlik yapıyor bana ve bazen gaddar görünebilen kaderin bizler için güzel plânları olduğuna dair bir kanıt olarak duruyor yanı başımda.

Theremin pek gördüğümüz, deneyimleyebildiğimiz bir enstrüman değil. Yapısından ve işleyiş şeklinden bahseder misin? 

Theremin, dünyanın elektrikle çalışan ilk enstrümanlarından biri. İcat olunduğu geçen yüzyılın başlarında hiç kimsenin ses yükseltmeye yarayan bir amplifikatör ya da hoparlör dahi görmediği düşünülürse son derece devrimci bir buluş diyebiliriz kendisine. Çoğunlukla iki anteni olur ve bunlardan biri ses şiddetini, diğeri sesin frekansını belirler. Hayret verici gibi görünebilir ancak tetikleyenin mesafesine göre açılan ya da kapanan otomatik kapılardan pek farkı yoktur. Sadece tetikleyen yani icracı bir kapının açılması ya da kapanmasını değil de hareketleriyle notaları ve sesin yüksekliğini belirler.

Çalışmalarındaki genel ruh hâli Kuzey Avrupalı doom metal gruplarındaki ruh hâliyle benzer özellikler taşıyor. Thurisaz, Lake of Tears ve Haggard ilk aklıma gelenler. Fakat onların grup olarak yarattığı duygular sende tek başına daha faklı etkiler yaratıyor. Bu anlamda müzikal olarak thereminin avantajları nelerdir? Renk sazı diyebilir miyiz?

Meczup mahlasıyla yaptığım müziği işitenlerin ilk tepkisi genelde pek olumlu olmuyor. Elbette halk beni anlamadı triplerine girmiyorum bu yüzden; çünkü bu yolu son derece kasıtlı olarak tercih ettiğimi biliyorum. Theremin, magazin yönü çok olan bir enstrüman ve kalabalıklar genelde onu bu yönüyle tanımak, duymak istiyor. Dokunmadan çalınan, dünyanın elektrikle çalışan ilk enstrümanı bla bla… On yıldan fazla bir zamandır bir tekerleme gibi dönüyor bu laflar ağzımda. Oysa kalabalıkların dikkatini celbeden özelliklerinden ötesi var bu çalgıda. Genelde anlamlandıramadıkları ve bir gariplik olarak yorumladıkları bu şey, benim theremin gördüğüm ilk andan itibaren aklımı oynatmama sebep olan bir özellik. Buna başka boyutlara uzanan bir portal açma kabiliyeti yükleyebilir ya da icracının bütün genetik kodlarını, beyin kıvrımlarını ortaya döken gizli servislere mahsus bir cihaz muamelesi de yapabiliriz bence. Theremin, basit bir müzik aletinin ötesinde bir devrimdir bu yüzden. On üç yıl önce ilk thereminimi alırken en büyük motivasyonlarımdan biri de bir eğitimi olmayan bu enstrüman hakkında kimsenin bana ahkâm kesemeyecek oluşuydu. Kimse çıkıp o parmak öyle olmaz ya da kolun şöyle duracak gibi kurallar koyamayacaktı. Ne de olsa dokunmayacaktım bile. Yalnızca orada öylece duran boşluğun kalbine ulaşmayı öğrenmeliydi ellerim, o kadar. İşe bu kadar otoritesiz ve yol göstericisiz başlamak ilk uyanışım oldu. Sakat deneyimleriyle belki de yüzlerce yıldır birbirini zehirleyip tek tipleşen müzik insanlarından ilk ve en keskin sıyrılışımı theremine borçluyum.

Şu sıralar canlı performanslarının büyük bir bölümünü doğayla iç içe, dağ yamaçlarında ve ormanlarda gerçekleştiriyorsun. Önceden İstanbul’da metroda çalıyordun. Ve elbette konser performansların da var… Bu süreçte ürettiğin müziğin yapısında bir değişim/dönüşüm oldu mu? Beton yankısından vadi yankısına bir geçiş var çünkü.

Theremin çalmaya başladığınızda yeterli motivasyona eriştiğinizde dış dünyadan etkilenmezsiniz. Zaten o motivasyona ulaşamazsanız theremin de çalamazsınız. Thereminist odağı seslere yoğunlaştırdığında sanki bir portal açmış gibi hisseder. O yüzden mekân bana ilham olmuyor çoğunlukla. Ciğerlerimin havayla dolu oluşundan bile etkilenen bu enstrüman bana çok büyük bir güdülenme sağlıyor ve mikro saniye cinsinden frekans bazında sonuçlar ortaya koyuyor. Bir başka deyişle aklımda canlandırdıklarımı sesle ifade etme yolunda mesela piyanonun sağladığı çözünürlüğün belki de yüz katına ulaştırıyor. Böylece ben beyin haritamı ya da zihin fonksiyonlarımı dinleyiciye tüm çıplaklığıyla, keyif verme ya da hoş vakit geçirme kaygısından arınmış biçimde sunabiliyorum. Ürün hiçbir zaman bir hissimi anlatmak ya da bir olayı ifade etmekle alakalı olmuyor. Bakmamızın ve görmemizin yasak olduğu yerlere gidiyorum çalarken. Dinleyiciye de kendi kuyusunun yol haritasını veriyorum. Orada nelerle yüzleşeceğini hiç bilmiyorum.

Dinleyicilerinin Türkiye’yle sınırlı olmadığını düşünüyorum. İnsanlardan aldığın dönüşler ne durumda?

Türkiye’deki kalabalıklar, kendi içlerine kodlanmış kozmik hakikatle yüzleşecek kadar cesur değil ve bu yüzden içgüdüsel yaşamayı tercih ederek avam denen sınıfı büyük bir mutlulukla temsil ediyor. Refah seviyesinin daha iyi olduğu ülkelerdeyse insanlar aynayı kendilerine çevirmek konusunda son derece istekliler. Hakikatle yüzleşmek konusunda kompleksleri yok ve aynaya dikkatle bakabiliyorlar. Bu onlardan havas çıkartıyor ama bakmak görmek olmadığı için mevcudu yüksek bir talebe güruhunu oluşturuyorlar. Müziğim için potansiyel teşkil etmesine rağmen açlığımı ve tutkumu dindirmiyor oralarda kafasını hikmete yorup yaptığım işlere cesurca katlanabilen insan sayısındaki oran... Rahatlıkla kapağı Avrupa’ya atabilecek olmama rağmen burasız yapamıyor oluşumun sebebi bir sınıf daha var. Onlara havvasü’l-havas derim ve hiç tanımam, hiç bilmem kendilerini ama onları burada hissediyorum. Müziğimle alakalı değil, iktisadi tabirle arz talep dengesini gözetmek kaygısındayım. Belki birkaç kişiler ama kaba tabirle müşterim burada ve uzaklarında olmak istemiyorum.

Kaleme aldığın ve kendi tezgâhında ciltlediğin Habis Kıssa isimli bir de romanın var. Hatırladığım kadarıyla MS 532’de İstanbul’da geçen bir hikâyeye sahip. İşin ilginç tarafı baskısından ciltlemesine kadar her aşamasında senin emeğin var. Yayıncıların tavrı ne oldu da kendi kitabını kendi başına ciltleyerek insanlara ulaştırmaya karar verdin? 

Hikâyemde yayıncıları tu kaka edeceğim öngörülebilir fakat ben de yol yordam bilmiyormuşum. Daha sonradan konuştuğum bir yazar arkadaşım yayıncıyı darlamam, kapıdan kovsalar bacadan girmem konusunda beni ikna etmeye çalışsa da ben basit bir mail ile irtibata geçmek dışında dosyamı paylaşmak namına pek hareket etmedim. Arzu ettiğim yayınevlerine zaten neredeyse hiç ulaşamadım. Çok çeşitli ve çelişkili pek çok geri dönüş oldu. Biri mesela yerli bir yazarın yazdığı ve içinde yerli bir karakter olmayan roman basılmaz demişti. Bir diğeri Kur'an-ı Kerim'in indirilişiyle ilgili kurgusal kısmı çıkartmazsak yayınevinin kapatılacağından bahsetti. Kimi baskı maliyetini karşılarsam basabileceğini, kimi de bir Hallac-ı Mansur alıntısı olan "Yoldaşım ve öğretmenimdir, İblis ile Firavun..." önsözü olan bir kitabı içinde olduğumuz siyasi ortamda basamam dedi. Ben her seferinde başarısızlığı ve hatayı kendimde bulup içimdeki şevki öldürürken son bir gayretle uzaktan tanıdığım bir yayıncıya romanımdan bahsettim ve göndermemi, en azından bir göz atmayı isteyip istemeyeceği sorduğumda aldığım yanıtla kafamda ampul yandı. Adam çok net bir şekilde, "hayır gönderme" dedi. Yani ben Dostoyevski olsam bile kimsenin umurunda değildim. İlk defa o zaman hadiseyi anladım ve kendime yüklenmeyi bıraktım. Ben kötü bir yazar değildim. Yayınevleriyle pek de parlak olmayan ilişkim süresince bazı şeylerin farkına vardım. Romanım kitaplaşsa bile kartellerin elinde bulunan piyasaya dâhil olamamış ufak tefek yayınevleri tarafından ancak birkaç bin kopya basılacaktı. Üstelik doğru düzgün telif de alamayacaktım. Öyleyse kitabı metalaştırmak ve kitleyi daraltarak cazibe yaratmak daha mantıklıydı. Zira mevzu yayıncılık sorunundan daha büyük bence. Edebiyat ya da genel olarak sanat bir sektör hâline geldiğinde, kalabalıklara hitap edip sermayeye dönüşen eser ya da daha doğru deyimle ürün, uzun vadede çıkış noktası olan yaratmak eyleminin köküne kibrit suyu döküyor. Aynı şey müzikte de var. Dijitalleşen ortamla birlikte ayların hatta bazen yılların emeğini bir tıkla geçiştirebilmek, bir albümün tamamını dinleyip sindirememek müziği kıymetsizleştirdi. Dinleyici ya da okur, datasına dokunamadığı eseri içselleştiremiyor. Ben bu kitabı bizzat ellerimle yaparak ve şu hikâyeyi de işin içine katarak umutlarımı, hayal kırıklığımı, emeğimi ve kimseye minnet etmeden de bu işi başarabileceğimi nesneleştirdim. Redaksiyonsuz, ham bir metni, alet edevatsız bir amatör kitap yapıcıdan bizzat edinen okur; yazarken yıllarını, yaparken günlerini veren adamın kırgınlıklarına ilk elden şahit olarak bir kitap tecrübesi yaşamanın ötesinde gerçek bir romanın kahramanı oluyor bence.

Mücellit olmak da ayrı bir süreç anladığım kadarıyla. Hayatına girişi sanki mecburiyetten doğmuş gibi biraz da. Zaman ve sabır istiyor. Öğrenme ve uygulama aşamaları nasıl gelişti?

Mücellitliği yüzlerce video izleyerek ve bol bol tecrübe ederek tek başıma öğrendim. Kendi icat ettiğim teknikleri klasik kitap tasarımıyla harmanladım ve pek benzeri olmayan bir cilt stili ortaya çıkardım. Bu, kasaba minnet edeceğime keser kolumu yerim tavrı hayatımın her alanına sirayet etmiş durumda. Gezi ve devamında yükselip şimdilerde eser kalmayan sokak muhalefeti sürecinde adli açıdan epey dili yanmış biri olarak 2014 yılında Fatsa'ya taşınma kararı aldım. Çünkü ne zaman bir sokak faaliyeti olsa kendimi içinde buluyor veya karakolluk oluyor ya da mesela ATM parçalandığı için bankaya özür notu yazan duyarlı muhaliflerle gırtlak gırtlağa geliyordum. Gitmek, kendimi alamadığım bu kısır döngüden çıkmamı sağlayacaktı. Ancak döndüğümde köyümün yakınlarında HES'ler, taş ocakları ve en kötüsü siyanürle altın ayrıştıracak altın madeni açıldığı gördüm. Açıkçası dönecek memleket bile bırakmamışlardı. Mücadeleden kaçmak için sakinliği tercih ettim sanırken memleketimde bu çevre felaketleriyle karşılaşmak beni daha büyük tahrik etti ve kolları sıvadım. Bir kulübe yapmak için toparladığım parayla gidip on kiloluk kameralar taşıyabilen bir drone aldım ve Türkiye'nin çeşitli yerlerindeki çevre ve doğa katliamlarını görüntülemek için yola koyuldum. "ISENGARD-Anadolu'da Muhafazakar Talan ve Bilanço" isimli bir iş yayımladım. Çok ses getirmedi ama ben vazifemi yaparak gönlümü ferahlattım, hıncımı aldım. Şunu demeye çalışıyorum, müdanasız bir yaşamı tercih etmek fazla lüks kaçabilirdi. Buna mecbur bırakılmak kötü de değil üstelik... Seçeneklerin en iyisi sayılmasa da kendi göbeğini kendi kesebiliyor olmak muhteşem bir his... Yayınevlerine, altın madenine, devlete ve hatta babama sitem etmiyor, bilakis minnet duyuyorum. Her seferinde kendime şaşırmama vesile oluyorlar. (Yapım sürecine dair videoyu buradan izleyebilirsiniz.)

https://www.youtube.com/watch?v=avfp49QRSJg

Habis Kıssa’nın ardından yeni bir kitap olacak mı? Bir de konser konusu var tabii. Böylesine bütünlüklü ve kendi içinde pek çok anlama ulaşan seslerin canlı dinlenmesi deneyimlenmeli. Performansların umarım internet yayınlarıyla sınırlı kalmaz.

Yeni roman ve hatta romanlar olacak. Konser kısmı çok çetrefilli ve benim de kafamda netleştiremediğim bir konu. Çünkü Meczup projesinin ilk beş yılı çok hızlı geçmiş ve bazen haftada iki etkinlik şeklinde ilerlemişti. Fakat ulaştığım kişi sayısı konser başı üç ya da dört idi... Rakamlara taktığımdan değil ama gerçekten ulaşmak istediğim kitleye ulaşacağımı sanmadığım için etkinlik işini hep öteliyorum. Mevcut piyasa ve mekânlar benim esas dinleyicimi çekemez, bilakis iter. Fakat heveslilere açık kapı bırakıyor ve takipte kalmalarını rica ediyorum. Belki yeraltında buluşacak sığınaklar kurarız gelecekte...

;
0
8
0
Tag: kitap,müzik,mücellit,theremin,Cihan Gülbudak,Semih Öztürk
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage