16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali hızla yaklaşırken, ocak ayının son haftasında festivalin bu seneki tanıtım filmi sinemaseverlerle buluştu. Geçen yılın tanıtım filmini de çeken ve artık !f ruhunu çok iyi tanıyan yönetmen Cansu Boğuşlu ile içinde bulunduğumuz umutsuz atmosferden biraz da olsa sıyrılıp delilikten bizi iyileştiren şeylere, kısa filmlerden kadın hikayelerine uzanan umutlu bir sohbet gerçekleştirdik.
Kadınlar arasındaki dayanışmanın öneminin günbegün arttığı şu dönemde Türkiye gibi hikayesi bol bir coğrafyada kadın yönetmen olmak çok önemli bir noktada duruyor. Fakat bağımsız sinema ve kısa filmlere gereken desteğin verilmemesi pek çok yönetmen ve filmin hak ettiğinden az değer görmesine sebep oluyor. Eğitimini Polonya’da tamamlamış yönetmen Cansu Boğuşlu, Türkiye ile yurt dışında film çekmenin farklarına dikkat çekerken aynı zamanda bu ülkenin içinde bulunduğu iletişimsizlik kapanından çıkıp birbirimize sarılmamız gerektiğini, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali için çektiği tanıtım filmi üzerinden bize tekrar hatırlattı.
Geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali reklam filminin yönetmenliğini üstlendiniz. Bu seneki film, kapalı bir alanda yaşamak zorunda bırakılmış bir grup insanın kaçma çabasını ve sonunda karşılaştıkları sürprizi konu alıyor. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Senaryo geçen yıl olduğu gibi Ayşe Bali’nin yaratıcı yönetmenliğinde Rafineri’den geldi. Güzel bir ekiple çalıştık. Film; içinde kapalı kaldığımız bir ortamı, aslında biraz da bizim yaşadığımız yerle olan durumumuzun paralelliğini yansıtıyor. Sevdiğimiz bir yerdeyiz ama bir yandan da çok iyi zamanlar geçirmiyoruz. Geçen sene yaptığımız film de aslında bu güncel durumlara değiniyordu. Çok mutlu şeyler çekmek gelmiyor zaten içimizden. Ama umutsuz ve karanlık da değiliz. Çünkü bence hayat böyle anlamlı. Yine mutlu günlerimiz olacağını biliyorum. Bu karanlık zamanları da nasıl atlatabiliriz, nasıl mücadele edebiliriz biraz onu düşünürken ortaya çıkmış bir şey aslında. Biz de bunu yansıtmaya çalıştık.
Film biraz da deliliği sorguluyor; dışarıdakiler mi yoksa içeridekiler mi deli... Filmde işlenen bu kavramın toplumsal hayattaki karşılığı nedir?
Ben Türkiye’ye döneli bir yıl oluyor, eğitimim için altı sene Polonya’da kaldım. Benim gittiğim zaman da ülkemle alakalı hissiyatım huzursuzdu. Daha sonra da olaylar giderek büyüdü ve normal neydi unuttuk. Her gün pek çok kötü haber okuyoruz. Duyarlı bir insan için burada “normal”, “iyi” olmak bir süredir gerçekten zor. Ben Polonya’dayken haberlerden takip ediyordum ve uzakta bile olsam, ailem ve sevdiklerim buradayken orada daha iyi hissetmiyordum. Ama onların ne hissettiğini de tam olarak anlayamıyordum. Bu hava durumu gibi bir şey. Benim gittiğim ilk yıllar Polonya’nın en soğuk olduğu zamanlardı ve ailenle konuşurken tam olarak seni anlamıyorlar. Ve döndüğümde hâlâ biraz pozitiftim. Ama arkadaşlarıma ve çevreme bakınca bu durumun bıraktığı travmanın izlerini görebiliyorum. Herkesi başımıza bir şey gelecek korkusu sardı. Ama yine de her şeyi ciddiye almak yerine biraz içimizden geldiği gibi davranmak özgür bir duygu... O yüzden filmde de işlediğimiz bazı nüanslar, normallik ve delilik aslında çok uç şeyler değil. Hepimizin hissettiği şeyler. Belki de böyle anlarda biraz doğaya kaçmak gerek, sonuçta hayat hep güzelliklerden oluşmuyor. 2016 boyunca zaman zaman bahçemde açan bir çiçek beni mutlu etti. İnsanın insana yaptığı korkunç şeylere şahit olup, o gün açan erguvan ağacıyla mutlu olmak zorundaydım. Şehir insanı olarak kendi kendimize zararlı şeylere sebep olduk, bu yüzden de biraz doğaya ve öze dönmek gerekiyor bence. Orada da zaten kurallar yok. Deliliğe daha yakın bir yer doğa.
Bir şekilde giderek kabuğumuza çekiliyoruz ve artık içeride olmamıza rağmen yine de bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz, bir şekilde içeride kalanlar öteki yaftası da yiyor. Filmde gördüğüm şeylerden biri de bu.
Bu noktada bence iletişim çok önemli. Ama sosyal medya paylaşımları her geçen gün daha nefret dolu olmaya başlıyor, herkes söylediği sanki hiç önemli değilmiş gibi kolaylıkla söyleyebiliyor. Ama önemli olan ötekileştirdiğimiz insanlarla kuracağımız diyaloglar. İnsanların birbirlerine öğretecekleri şeyler bence çok daha değerli. Ben filmlerimde de “iki insan neden kavga eder” sorusunu o kadar çok sorguladım ki... Hep karşıma o kendinle barışma ve kabul etme durumu çıkıyor.