I
Kaçınılmaz olarak bizden önce üretilmiş ve karşısında her türlü sendroma açık bir biçimde pasif konumda durduğumuz sanat yapıtlarıyla kurduğumuz ilişki, hareket halindeki algı mekanizmamızla sürekli köşe kapmaca oynar.
Durduğumuz yer, aynı zamanda algılayışımızı da belirler. Zaten perspektif de bunun kaçınılmaz sonucudur. Perspektif bulununcaya kadar insanlar, Bizans’ın Ortodoks ters perspektifi ile idare etmek durumundaydılar. Tanrısal hiyerarşi, bakışın nesnelliğini aşmış ve yüzyıllar boyunca iktidarın açısını da belirlemiştir.
Nesnelerin ruhunu sundukları farklı görüntüler üzerinden ayrımsarız.
İşlevini çözemediğimiz hiçbir obje, o süje tarafından görünür olamaz.
Yani görünseler bile, yokturlar. İnanç her zaman görüntüden önce gelmiştir. Bu yüzden bakış, sezişin daima hizmetinde olmuştur.
II
Metehan Özcan; bir toplayıcı ve aynı zamanda da bir avcı. İstifleyip, kategorize ettiği için de bir koleksiyoncu. Sanatın alacakaranlık ormanına girerken heybesinde ok ile yay yerine mimarlık ve fotoğraf var. Fotoğrafların an değerlerinden çok, işaret ettiği zaman dilimi ve yan yana geldiğinde oluşan sinerjisi, yaptığı işin ana aksını oluşturuyor. Ve Metehan Özcan tüm bu malzemeyi geçmişin kaçınılmaz nostaljisini oluşturan plazmanın içinde ustaca yüzdürüyor.
Yaşadığımız her mekân, yaşantımızın biçimini de belirler. Mekânlar yeryüzünde varlığına inandığımız boşlukları nesnenin kendisi kılar. Fotoğraflar, ışığın esirgeyen gücü altında zaman ve mekân gibi iki bileşenin varlığı olmadan asla tanımlanamaz. Boşluğun kendisi de, içinde farklı varoluşların dolandığı başka bir evrendir.
İşte Metehan Özcan da geçmişin anı-nesnelerini zamanın içinde yolculuk yaparken adeta kilometre taşlarına dönüştürüyor. Masalların ağzı ile söylersek, anılarını -kuşların yeme ihtimallerine karşın- dönüş yolunu bulmak için bıraktığı ekmek kırıntıları gibi kullanıyor. Zira kendisi de biliyor ki, geçmişin derin kuyusu, geleceğin kaygılarından
çoğunlukla daha ürkütücü olmuştur.
Pitoresk olmadan resim olmak, sanki bütün mesele bu! Bilgisi nasıl olsa, arkadan gelecektir.
III
Metehan, tecrübeli bir rehber gibi, soyadlarımızın henüz belirleyici olmadığı, egolarımızın şaha kalkmadığı, öğretmenimizin bizleri yalnızca ilk isimleriyle çağırdığındaki günlere götürüyor. Saflığın erdem bile sayılmadan hayatımıza ozmos ile sızdığı o günlerden en büyük mirasın kendimizle yüzleşebilme yetimiz olduğunu artık daha iyi görebiliyoruz.
İnsanların kapakları hoparlörlü pilli pikaplarla pikniğe gittiği o günlerde, denizlerin kirleneceğini hiç düşünmemiştik. Kırsalın yer altına girmekten başka çaresinin kalmadığı, şehirlere hücumlarının keskin bir mimariyle püskürtüldüğü zamanlardan geriye, komik afişlerden ve çökmüş devletlerden başka ne kaldı ki… Yves Klein’ın kendini Süperman sanarak “Boşluğa Atlayış”ını, Wagner’in Uçan Hollandalı’sını aynı terazide tartabilir miydik. Hayatımız sanki bir kolaj, hatta çokça da başkalarından devşirilmiş bir montaj gibiydi.
Ana rahmine dönme isteği, giderek eskiyen Sigmund Freud, nesnelerin içselleştirilmesiyle Gestalt; bütünün onu oluşturan parçaların toplamından daha büyük olduğunu, yüreğimizin üst üste getirdiği bunca anıyı kaldıramadığından dolayı zaten çok iyi biliyoruk. Metehan, yaptığı kolajlar, yan yana getirmeler ve iç içe geçirmelerle bilinçaltımızı tetikliyor ve sağlıklı bir biçimde üstesinden gelemeyeceğimiz bir dönemi katlanılır kılıyor.
Dünyanın tasavvurlarımızla şekillenen paralel evren olduğu günlerde, evren iletişim araçlarıyla bu kadar küçülmemişken, insanlar kazara akıllarına gelen “fena” düşünceleri yüzlerinde yansıtabiliyorlardı. Kendi kendini ele veren katil gibi yaşadığımız o günlerde, bacaklarımızı karnımıza çekip affedilerek yeniden çağrılacağımız günü sabırsızlıkla bekliyorduk.
IV
Metehan, öznel hikayesini böylesine başarıyla bütüne yayma cesaretini gösterip, kökü ta Bauhaus’ta olan bir modernizmi yalın bir malzeme ile geleceğe taşıdığı ve hafızamızı, gerçekleştirdiği bu seri ile hatıralardan kurtarıp özgür kıldığı için yürekten bir övgüyü hakediyor.
Herkesin kendi özel tarihi, yapıtların okunmasında belirleyicidir. Benimkine gelince: Bakırköy ile Suadiye’de iki banliyö arasında geçen ömrüm yaz ve kış diye kesin bir çizgiyle ikiye ayrılırken, yaşadıklarım ve yaşamadıklarım da bu zıt ama içindeyken diğerinin beklenildiği mevsimler olarak bugünümü belirlemiştir.
Bazen biraz daha sapardı rotamız: Tatillerin yıldırım hızıyla geçtiği Ankara, kurtarılmış bölge Gençlik Parkı’nda kiralık sandallarla yapılan su savaşlarıyla bastırılmaya çalışılan libido, düğün salonlarının fanfarlarla taçlandırılmış kalabalık orkestraları ve hükümetin kunt binalarına nazire yaparcasına bizlere el sallayan üçüncü başşehir İzmir… Yazları Kuşadası -henüz yokken Bodrum- ve kışları Uludağ olan bir orta cumhuriyet. Bilgilerimizi resimler eşleğinde İtalyan fotoromanlarından, huzurlu Amerikan aile dergilerinden ve devşirme reklamlardan aldığımız o günler; unutulmaz günlerimiz…
Geçmiş, giderken sağa “Adalar”ı sola da “Kıyı”yı aldığımız; aslında nesnenin ve mekânın tarihinden başka neydi ki… “Retro” günlerimizin Suadiye çıkışlı 2.5 metrelik sandala takılmış 2 beygirlik British Seagull motorla yapılan Süreyya Plajı gezilerini her fırsatta hatırlıyoruz. Denizin ortasında (şimdi asfaltın içinde bir süpermarketin önünde) yer alan o daima tuhaf bulduğum kubbeli anıt “Bakireler Tapınağı” göğü işaret ederken, geleceğin hızlı bir biçimde geçmişle yer değiştireceğinin de bir habercisiydi. Metehan’ın yapıtı, Süreyya Plajı İstasyonu’ndan görünen o güzel rölyefleri bana bir kez daha hatırlattı.
V
Uzayın sadece bir boşluk, zamanın ise soyut bir kavram olmadığını hep fotoğraflardan öğrendik. Yaşadığımız her olayın ardında, çekilen tüm fotoğraflara sorulan ve üç birlik kuralının değişmez sorusu “Burası neresi”ne karşılık gelen yer imidir. Aynı zamanda konumumuzu da belirleyen bu soru, yeryüzünün kozmik durumunu da bizler için ölçülebilir kılar.
Bugün uğruna savaşılacak değerler çok azalmıştır. Vakit, gerçekliğin güneşinden geçmişin gölgesine sığınarak korunma vaktidir. Olası bir atom savaşında, yegâne dar sığınağın bize klostrofobimizi unutturması gibi, Metehan’ın işlerine bakarken de özel tarihimizden önemli noktaları hatırlayamamış olduğumuzu farkediyoruz.
İlkokulda Cin Ali, mevsim şeritleri, yardımcı ders kitabı Düşün-Yap, Hayat ve Doğan Kardeş dergileri, İhap Hulusi’nin gelecek korkusunu gideren güvenli çizimleri, margarin reklamları, Batı özlemi içinde serbest çağrışımlarımızın götürdüğü her yer: İşte “Resimli Bilgi”lerimizin tarihi… Fotoğraflar aracılığıyla içselleştirdiğimiz tüm veriler, Metehan Özcan’ın çektiği ve başka kaynaklardan derleyerek seçtiği fotoğrafları farklı bir kurgu içinde bir araya getirmesi, aramızdaki mesafenin giderek arttığı dünyayla olan beşeri ve iktisadi ilişkilerimizi yeniden düşünmemizi sağlıyor.
Zamanın eskisinden daha yavaş aktığına artık eminiz.
Merih Akoğul
Küratörlüğünü Merve Ünsal’ın yaptığı Metehan Özcan’ın “Resimli Bilgi” sergisi, Galeri Elipsis’te 11 Mayıs tarihine kadar sürüyor.
Metehan Özcan / Resimli Bilgi
Galeri Elipsis
Hoca Tahsin Sok / Akçe Sok, Akçe Han, No: 10, Karaköy, İstanbul
Tel: +90 212 249 48 92 Fax: +90 212 244 89 06
www.elipsisgallery.com info@elipsisgallery.com