Bouchra Khalili
Massimiliano Gioni’nin küratörlüğünde ve “The Encyclopedic Palace” başlığıyla açılacak 55. Venedik Bienali’nde ana sergide yer alacak işlerden biri, geçen yıldan beri yakından tanıma ve çalışma fırsatı bulduğum Bouchra Khalili’ye ait olacak. Bouchra Khalili, Mousse dergisinde (36. sayı) yayınlanan söyleşimizde, (çeşitli nedenlerle neredeyse “Nutuk” olarak çevireceğim) beş bölümlük filmi “Speeches” hakkında konuşurken, farklı bağlamlarda kazandığı siyasi işlevlerden bahsetmişti. Bense, dilin sadece kültürel anlamda, arkeolojik bir potansiyel olarak geçirdiği dönüşümlerle değil, aynı zamanda bu dönüşümlerin kişilerin hayatındaki ifade, açı ve görüş farklılıklarıyla da dertleniyorum; edebiyat, şiir ve günceler bu yüzden hep ilgimi çekiyor. Bouchra’nın film dilindeki hikaye tekniği, beni etkiliyor çünkü belgesel dildeki soğuk etki birden edebi kazanımlarla zenginleşiyor; kavramsallaştıkça esnekleşen formal bir yapı içeriyor. Dostoyevski okumak gibi. Gerçek hikayeleri iyi anlatan, etkili bir tona sahip, sahici. Kazablanka doğumlu sanatçı, söyleşimizde Arapça ile Fransızca arasında geçen çocukluğuna atıfta bulunarak, kendi ana dillerinin nasıl geliştiği ve siyasi azınlıkların kendi dilini oluşturmasıyla ilgilendiğini de aktarmıştı. Kendi kişisel deneyimini Pier Paolo Pasolini’ye referanslı bir metotla çalıştığını açıklamıştı. Sinemayı “gerçekliğin yazılı dili” olarak işaretleyen Pasolini, hareketli imajı bağlayan semiyolojik bir çıkarımla, dil olarak film formunu ‘gerçekliğin gerçeklikle ifadesi’ olarak tarifler. Hayalin yansımasından gerçeklik algısına geri vites bir yaklaşım. Zaten filmlerinde de, bunu tiyatral oyunculuk ile ritüelist kurgu üzerinden vurgular.
Abartıyı, soyutlanabilen bir üslup olarak sever. Geçmiş üzerinden bugünü okur. Khalili, “gerçekliğin gerçeklikle ifadesini” metodik bir yaklaşım olarak temel alan pratiğinde, dil ile sınır; azınlık ile göç ve resmi ile meşru olanın arasındaki durumları, eleştirel bir film dili kurarak inceliyor. Özellikle “Speeches” isimli beş bölümlük film çalışmasında Malcolm X, Mahmoud Darwish, Edouard Glissant gibi tarihi figürlerin –bugün hala eskimemiş- konuşmalarını tanımadığımız kişilerden yeniden dinliyoruz; ama onlar aslında tanıdık, onlar aslında bizimle, onlar aslında ulusal devletlerin bütün kumar oyunlarına rağmen hayatta kalmaya direnenler. Oradan oraya göçenler, resmi evrağı olmadan –kaçak- yaşayanlar, yaşadığı yerden kaçanlar... Sözel olanı, toplumsal vicdanı ve sosyal-oral fiksasyonu, son derece etkili bir plan anlayışı ve film tekniğiyle portreleştiren Khalili, sinematoğrafik dilini kurarken, son derece titiz çalışıyor; bu nedenle filmlerinde her kelimeye, ifadeye ve jeste anlamlı bir şekilde odaklanılıyor; “Speeches” işinde Malcom X’in konuşmasını yeniden aktaran kısımda zoom’lanan eller, izleyenin içine işliyor; “Anya” filmindeki Üsküdar kıyısı insanın başını döndürüyor; “Mapping Journey”deki günübirlik alınan rotalar insanı şok ediyor.
Pilvi Takala
Pilvi Takala’nın Trainee (2008) adlı çalışmasını, ilk kez Kunsthalle Basel’de izledim. İstanbul’da Non Galeri’de de sergilendi. Takala, Deloitte isimli bir firmanın pazarlama bölümünde “Johanna Takala” takma ismiyle ‘sözde’ staj yapıyor; şirkette sadece birkaç kişinin bildiği bu “tezgah” bir ay boyunca sürdükçe, hem Takala’nın işle, çalışmakla ve ofis arkadaşları ile ilişkisi değişiyor, hem de onların Takala’ya yaklaşımı... Boş boş etrafa bakan, Facebook’ta oyalanan ve giderek “kopuk” bir profil çizen bir stajeri kim ister? Takala bütün bu süreci gizli kameralarka kaydedip, belgelemiş; Power Point sunumlardan işyerine giriş çıkışlarda kullanılan yaka kartına kadar birçok farklı malzeme ile birlikte sunuyor. Daha önce bu çalışma için, şöyle yazmıştım: “Finlandiya’dan Pilvi Takala’nın gerçekleştirdiği bu ‘izleyicisiz’ performansları izlerken, günümüz ekonomileri, o ekonomilerin sosyal haritaları, o sosyal haritaların kurgusal kontrolü, o kontrollerin ezdiği hayatlar bir bir masaya geliyor... Tuhaf olmak, suç/ kuşku/ ihmal unsuru teşkil etmek, dışlanmak, göze batmak ne kadar da kolay oluyor. O kurallar, o kravatlar ve tayyörler bizi nasıl bağlıyor?” O zaman söylediklerim hala geçerli. Pilvi Takala’nın dikkatimi çeken bir başka çalışması ise, “Players” (2010). Bangkok’ta yaşayan ve hayatını poker oynayarak kazanan altı adamın hikayesine adanan bu portre denemesinde, sanatçı profesyonel poker oyuncularının dünyasına girerek, oyunun nesnelliğinden, kurallarından ve teorisinden yola çıkıyor ve ortaya gündelik hayatın absürd gerçekliğinden ince bir kapitalizm eleştirisine, melez bir film dili çıkıyor. İstanbul-Berlin arasında yaşayan Pilvi Takala, Finlandiya’nın en önemli ödüllerinden Ars Fennica 2013 adaylarından.
Mariechen Danz
En prestijli sanatçı residanslarından Floransa’daki Villa Romana’nın bu seneki davetlilerinden biri, Berlin’de yaşayan Mariechen Danz. Mariechen Danz’ın çalışmaları, dünyaya meraklı gözlerle bakan birinin dünyanın dışına taşan anlamları yeniden dizme, kırma ve yapılandırma egzersizleri gibi. Yazdığı bir şarkının bir performansa dönüştüğü; performansın yerleştirme elemanlarını beraberinde getirdiği; fotoğrafik imaj üretiminden heykele sürekli birbirine çevrilen performatif bir dilin pratiğin her aşamasında yeniden dönüştüğü Mariechen Danz dünyasının en keskin vurguları kadın olmakla, dişi zekayla, cinsel dürtülerle, öğrenme açlığıyla, doğurganlıkla, büyümekle ve anatomiyle ilgili. En sevdiğim çalışmalarından biri “Book 1 (Unlearnin2)” (2013), dilin linguistik bir deneyim olarak soyutlanmasının heykelsi bir forma ve malzeme araştırmasına dönüştüğü bir çalışma. Harflerin sessizce şeffaf sayfalarına dağıldığı bir kitabın önümüzde açıldığı bu yerleştirmede, kitapla okuma eylemi arasındaki en temel ilişki koparılmış. Aralarındaki ilişkinin koptuğu -heceleşemeyen- harflerin sayfalarda uçuştuğu; kitabın açıldığı anın donduğu bir cümle.
Bu üç kadının, dille kurduğu ilişkiyi ilginç buluyorum; performatif yaklaşımın farklı malzeme ve tekniklerle birleşerek etkin sosyal kritik olarak yeniden anlamlandığı pratikleri bana güç veriyor. Bu üç kadının çabalarını, işlerini ve hikayelerini çok seviyorum.