12 ARALIK, PERŞEMBE, 2024

Dağınık Fragmanlar

Metehan Özcan, yakın zamanda Elipsis Galeri’de açtığı Resimli Bilgi isimli sergisinde seyirciye daha önce kimi farklı denemelerden süzdüğü işlerini gösteriyor. Sanatçı sergisinin küratörlüğünü ise başka bir sanatçıya, Merve Ünsal’ın ellerine bırakmış. Resimli Bilgi, Metehan Özcan’ın işlerini açıklarken arşivciliğin, dokümanterin ve mimari fotoğrafın ışığının yetmeyeceğinin bir göstergesi. Zira işleri bir kez gören meraklı bir zihin için Özcan’ın işleri, mimari kadar sessiz ama karışık bağları da talep eder. Bu sefer söz konusu bağları sanatçı kolaj tekniği ile tek tek işlerinin yüzeyine örerken ilmekleri imgelerin ötesine, farklı yakınlaşmaların ve bir araya gelmelerin “tehlikesine” atıyor. Resimli Bilgi, sanatçının pratiğini daha iyi anlamak, onun zihninde ve meraklarında beraber dolaşmak için sanatçının “diskografisi” için oldukça önemli bir sergi olma özelliğini taşıyor. Fotoğrafladığı sessizlikleri böldüğü fragmanlar ile karşılaştığınızda sanatçının işlerinde geldiği yer konusunda yaşadığınız heyecana hazırlık olsun diye de sanatçıyla bir röportaj gerçekleştirdik.

title_image

Serginde daha önceki işlerinde farklı bir araya getirmeler yoluyla bazı imgeler icat ediyordun. 2012 yılında Elipsis’de gerçekleşen Edisyonlar isimli sergide aslında bugün Resimli Bilgi isimli serginde gördüklerimizin ilk denemeleri bulunuyordu. Şimdi ise yan yana değil, üst üste getirdiğin bazı kolajlar görüyoruz. Fotoğraflarındaki bağları daha görünür kılarken ardındaki hikayeleri örtükleştiren bu etüdlere seni getiren süreç ile başlayalım. Burada gördüklerimiz içinde senin çektiklerin dışında başka işlerinde de gördüğümü sandığım bazı eski aile fotoğraflarından seçtiğin görseller de var. Yanılıyor muyum?

Evet, ilk defa Edisyonlar’da sergilenen işlerimde banka, okul, hastane, devlet dairesi gibi kollektif hafızaya dair mekânların fotoğraflarından oluşan bir aradalıklar kuruyordum. Bunlar ilk bakışta neye dair sınıflandırılıp yan yana getirildiği anlaşılmayan imgelerdi –tıpkı dilini bilmediğimiz bir kitapta karşılaştığımız illustrasyonlar gibi. İzleyende bir yerde toplu olarak bulunma ya da toplu olarak seyahat etme anlarında yaşananları anımsatacak, geri çağıracak ipuçları vardı. İşler, o mekânlarda bulduğum, sadece kullananın ne olduğunu bildiği bizimse birşeylere benzeteceğimiz nesnelerin bazılarını yanıma alıp tek olarak fotoğraflayıp bulundukları yerin imgesiyle yan yana koymaya başlayınca biraz daha karmaşıklaştı. Ama halen minimal duruyorlardı. Daha sonra, bellek ve mülkiyet kavramları üzerine düşünürken çekmiş olduğum mekân fotoğraflarına, biriktirdiğim aile fotoğraflarını ve “temsili” mekân fotoğraflarını ekleyerek kullanmaya karar verdim. Senin daha önce gördüklerin büyük olasılıkla Facebook’da ilk paylaştığım denemelerdi.

Sergiyi üzerine kurduğun basılı referanslardan, ismine ve hatta üzerinde çalıştığın malzemeye kadar bir kitap gibi kurgulamandan bilginin inşa edilmesi ve sunulmasıyla ilgili bir iktidarın üzerine düşünüyorsun. Sergine Resimli Bilgi demenin sebebi neydi?

İnternet üzerinde paylaşılan açık kaynaklara dek, yazılı bilgiyi ve onun görselini daha kurumsal/resmi kaynaklardan ediniyorduk. Resimli Bilgi evimizdeki ansiklopedilerden biriydi. Bir mekân temsili için kullanılan kurumsal imgeler ile bu mekânları ziyaret eden kişilerin ürettiği fotoğrafları aynı yüzeyde kullanmak bile iktidarla olan ilişkimiz üzerine düşündürüyor. Örneğin A011 adlı iş, 1930’larda tasarlanan Yalova Termal Oteli’nin 3 farklı temsilini içeriyor; o yılların Arkitekt dergisinde proje tanıtımı için yayınlanan fotoğrafları, misafirlerden birinin çekmiş olduğu fotoğraf ve yine otel tanıtımı amaçlı üretilmiş farklı dönemlere ait kartpostallar. Tüm bu imgelerin aynı perspektif noktasını benimsemiş ve anıtsallaştırmış olmalarını çok ilginç buluyorum.

Serginde Merve Ünsal ile çalıştın. Ünsal serginin küratörlüğünü üstleniyor. Bu işbirliği için neden bir sanatçıyı seçtiğini biraz anlatabilir misin?

Bağımsız ve tecrübeli biriyle çalışma ihtiyacı hissettim. Merve ile 2009’dan bu yana diyalog halindeyiz, işlerimi ve geçirdiğim süreci çok iyi biliyor. Disiplinlerarası çalışıyor olması ve kendini tanımlara hapsetmeden küratörlüğü kabul etmesi beni yüreklendirdi.


İlk gördüğüm işlerin Remote ismini verdiğin bir seriydi. Bunlar gözünün daha çok dış mekana dönük olduğu, belli bir hafızanın melankolik anlarına odaklandığın fotoğraflarıydı. Görsel olana tutkun, voyeur bir flenuer ve hatta cruiser gibi bir pozisyondan konuşuyordu fotoğrafların. Oradan, kendi “eyleyen” konumunu silikleştirdiğin bir anlatıya doğru geliyorsun. Dışarıda dolaşıyor gibi görünsen de şeylerin arkasındakine, içeride olana dair bitimsiz bir ilgin var. İşlerindeki cinsel potansiyeli biraz da senin bu voyeur gözünün varlığının verdiğini düşünüyorum. Kendini konumlandırdığın yerden de bakacak olursan (kendinin, objektifin iktidarını silikleştirmen gibi) dışarıdan içeriye, kamusal olandan mahrem olana geçme deneyimi senin için nasıl bir şeye tekabül ediyor?

Remote, tüm şehir uyurken dışarının nasıl gözüktüğünü anlatmakla başladı. Karayolları, sahilyolu, lunapark, gar ve iskele gibi kamusal alanlar insan/araç trafiğinden arındıklarında bambaşka yerler oluyorlar. Yoklukla tariflemek olarak bakınca terk edilmiş iç mekânları konu ettiğim Absence serisindeki işlerimden çok farklı değiller. Vakum sergisi işte bu nedenle iki serinin birlikteliğinden oluşmuştu. Bu sergide birlikte kullandığım katmanlar ise konumu gereği dışarıda bırakılanların biraraya gelmesinden ibaret; yani mimari temsil amaçlı çekilen insansız mekân fotoğrafları ile yersiz insan fotoğraflarının bir aradalığı var bu çalışmalarda. Bu durumda iki türlü gerilim oluyor; ilki, ideal olanla gündelik olanın, diğeri ise toplum olarak bulunduğumuz mekânlar ile tekil olarak bulunduğumuz mekânların aynı yüzeyde çakışması. Senin de belirttiğin gibi, önceleri fiziksel olarak bulunduğum yerlerdeki ayrıntıları gözetletirken, şimdi mekân ve insan temsillerini bir çerçevede buluşturarak gözetletiyorum.

Hayatının farklı dönemlerinde farklı sebeplerle bina fotoğrafları çektin. Bazen babanın işi sebebiyle emlak fotoğrafı çekerken bazen de sadece sevdiğin için, göstermek gibi bir kaygın olmadan çekmişsin. Serginde modern mimariye olan merakın bu sefer malzemenin kendisine dönüşüyor. Modern mimari örneklerinin basılı hallerindeki görünmeyen hayaletlerini alıp görünür hale getiriyorsun. Seni mimarinin kendisini malzeme olarak düşünmeye iten süreci merak ediyorum.

Tasarım eğitimiyle beraber insan daha sık sorgular hale gelirken, diğer yandan da mesleki deformasyona uğruyor. Beni en başından beri heyecanlandıran durum mimarının da, kullanıcısının da ortada olmadığı, konuşmadığı mekânlarda iz sürmekti. 1950-70 arası tasarlanmış yapılarda neye yaradığını tam olarak çözemeyeceğiniz detaylarla karşılaşabiliyorsunuz. Tasarım hep fonksiyonla ilişkilendirilse de, arzu da baskın bir güç. O dönem tasarlanan birçok mekân, mobilya ya da detay arzuyla çizilmiş ve üretilmiş. Bir yaşam tasarlanmış bu işlerde. Benim arzumsa, sadece öngörüleni değil yaşanması öngörülmeyeni de farketmek. Örneğin Modernist mimarın, pozitivist yaklaşımıyla kapı kolundan askılara kadar tüm detayları tasarlayışı ile kullanıcının mekânı kendinin kılma çabası arasındaki derin uçurum. Böyle bakınca her mekân kendi kıyafet devrimini yapmaya çalışan bir ülke gibi.

Seyirci ile bazı isimleri de paylaşıyorsun. Örneğin Willem Marinus Dudok, Max Bill, Ruth R. Geyer-Raack gibi kimi mimar ve tasarımcı isimlerini işlerin üzerinden okuyoruz. Elbette pratiği tasarımdan gelen birinin bu isimleri öylesine seçmediğini biliyorum. O dönemlerde tasarlananların önerdiği sosyal formlara olan ilgini de düşününce modernler ile arandaki ilişkiden bahsedelim mi?

İsimler üzerinden değil de, yaklaşımları nedeniyle bu kaynak yayınları kullanmak istedim. Kitapların birinde 1940 ve 50’lerde modernist mimarlarca tasarlanmış kamusal ve özel iç mekân fotoğrafları varken, diğer bir kitapta Genç Fotoğrafçı Stüdyosu, Mimar Evi, Kız Öğrenci Odası gibi toplumsal rollere örnek olması amacıyla üretilmiş anonim mekânlar ve projelere yer veriliyor. Bunlar bana tasarım eğitimde edindiğimiz bakış açısının ne kadar “evrenselci” ve dikte edici olduğunu sorgulatıyor.

Tasarım eğitimiyle beraber insan daha sık sorgular hale gelirken, diğer yandan da mesleki deformasyona uğruyor. Beni en başından beri heyecanlandıran durum mimarının da, kullanıcısının da ortada olmadığı, konuşmadığı mekânlarda iz sürmekti. 1950-70 arası tasarlanmış yapılarda neye yaradığını tam olarak çözemeyeceğiniz detaylarla karşılaşabiliyorsunuz. Tasarım hep fonksiyonla ilişkilendirilse de, arzu da baskın bir güç. O dönem tasarlanan birçok mekân, mobilya ya da detay arzuyla çizilmiş ve üretilmiş. Bir yaşam tasarlanmış bu işlerde. Benim arzumsa, sadece öngörüleni değil yaşanması öngörülmeyeni de farketmek. Örneğin Modernist mimarın, pozitivist yaklaşımıyla kapı kolundan askılara kadar tüm detayları tasarlayışı ile kullanıcının mekânı kendinin kılma çabası arasındaki derin uçurum. Böyle bakınca her mekân kendi kıyafet devrimini yapmaya çalışan bir ülke gibi.

Seyirci ile bazı isimleri de paylaşıyorsun. Örneğin Willem Marinus Dudok, Max Bill, Ruth R. Geyer-Raack gibi kimi mimar ve tasarımcı isimlerini işlerin üzerinden okuyoruz. Elbette pratiği tasarımdan gelen birinin bu isimleri öylesine seçmediğini biliyorum. O dönemlerde tasarlananların önerdiği sosyal formlara olan ilgini de düşününce modernler ile arandaki ilişkiden bahsedelim mi?

İsimler üzerinden değil de, yaklaşımları nedeniyle bu kaynak yayınları kullanmak istedim. Kitapların birinde 1940 ve 50’lerde modernist mimarlarca tasarlanmış kamusal ve özel iç mekân fotoğrafları varken, diğer bir kitapta Genç Fotoğrafçı Stüdyosu, Mimar Evi, Kız Öğrenci Odası gibi toplumsal rollere örnek olması amacıyla üretilmiş anonim mekânlar ve projelere yer veriliyor. Bunlar bana tasarım eğitimde edindiğimiz bakış açısının ne kadar “evrenselci” ve dikte edici olduğunu sorgulatıyor.

Tasarım eğitimiyle beraber insan daha sık sorgular hale gelirken, diğer yandan da mesleki deformasyona uğruyor. Beni en başından beri heyecanlandıran durum mimarının da, kullanıcısının da ortada olmadığı, konuşmadığı mekânlarda iz sürmekti. 1950-70 arası tasarlanmış yapılarda neye yaradığını tam olarak çözemeyeceğiniz detaylarla karşılaşabiliyorsunuz. Tasarım hep fonksiyonla ilişkilendirilse de, arzu da baskın bir güç. O dönem tasarlanan birçok mekân, mobilya ya da detay arzuyla çizilmiş ve üretilmiş. Bir yaşam tasarlanmış bu işlerde. Benim arzumsa, sadece öngörüleni değil yaşanması öngörülmeyeni de farketmek. Örneğin Modernist mimarın, pozitivist yaklaşımıyla kapı kolundan askılara kadar tüm detayları tasarlayışı ile kullanıcının mekânı kendinin kılma çabası arasındaki derin uçurum. Böyle bakınca her mekân kendi kıyafet devrimini yapmaya çalışan bir ülke gibi.

Seyirci ile bazı isimleri de paylaşıyorsun. Örneğin Willem Marinus Dudok, Max Bill, Ruth R. Geyer-Raack gibi kimi mimar ve tasarımcı isimlerini işlerin üzerinden okuyoruz. Elbette pratiği tasarımdan gelen birinin bu isimleri öylesine seçmediğini biliyorum. O dönemlerde tasarlananların önerdiği sosyal formlara olan ilgini de düşününce modernler ile arandaki ilişkiden bahsedelim mi?

İsimler üzerinden değil de, yaklaşımları nedeniyle bu kaynak yayınları kullanmak istedim. Kitapların birinde 1940 ve 50’lerde modernist mimarlarca tasarlanmış kamusal ve özel iç mekân fotoğrafları varken, diğer bir kitapta Genç Fotoğrafçı Stüdyosu, Mimar Evi, Kız Öğrenci Odası gibi toplumsal rollere örnek olması amacıyla üretilmiş anonim mekânlar ve projelere yer veriliyor. Bunlar bana tasarım eğitimde edindiğimiz bakış açısının ne kadar “evrenselci” ve dikte edici olduğunu sorgulatıyor.

;
0
8
0
Yazar:
Tag: Metehan Özcan, Resimli Bilgi, Elipsis Galeri, Dino Dinçer Şirin
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage