Sonbahar ile birlikte sanat sezonu ivme kazanmışken bu kez yüzümüzü yurt dışına çevirip New York’tan San Francisco’ya, oradan da Antwerp ve Paris’e uzanarak fotoğraf dünyasının hepsi de kendi alanlarında önde gelen isimleri olan Nan Goldin, Hiroshi Sugimoto, Malick Sidibé ve François Hugier’nin -kiminin eski kiminin de yeni işlerine ev sahipliği yapan- sergilerine kısa kısa değinelim istedik.
Nan Goldin ve uç noktalardaki itirafnamesi
İlk olarak, Nan Goldin’in yaz başında açılan ve 12 Şubat 2017’ye kadar kadar devam edecek olan -kült işi- The Ballad of Sexual Dependency (Cinsel Bağımlılığın Şarkısı) ile başlayalım. MoMA’nın ikinci katındaki çağdaş (sanat) galerilerinin tekrar faal hale gelmesi nedeniyle açılan -büyük boyutlu, tek işten mütevellit- üç enstalasyondan biri olan “The Ballad of Sexual Dependency”, özel yaşam fotoğrafları bağlamında günümüz fotoğrafını derinden etkileyen ve yirminci yüzyılın son 20-30 yılındaki Batı yaşam kültürünü yansıtan en önemli külliyatlardan biri. “The Ballad of Sexual Dependency”, Goldin’in “sonradan edinilmiş ailem” dediği -ve toplumun ‘marjinal’ olarak tanımlamayı yeğlediği- arkadaşlarından oluşan yakın çevresinin Boston, Berlin, New York başta olmak üzere büyük kentlerdeki yaşamına odaklanan görsel bir günlük. İsmini Bertolt Brecht ve Kurt Weill ikilisinin 1928 tarihli Üç Kuruşluk Operası’ndaki bir şarkıdan ödünç alan “The Ballad of Sexual Dependency”, Goldin ve arkadaşlarını hem sıradan hem en özel anlarında gösteren, anlaşmazlıklara/uyuşmazlıklara rağmen devam eden tutkulu ilişkilere, kadın ve erkeğe atfedilen kültürel kodlara, aile içi şiddete, 24 saat parti insanlarına, madde bağımlılarına, travestilere/transseksüellere, aşka, kayıplara, hastalıklara, genel anlamıyla da hayata dair başka pek çok şeyi içeren bir itirafname. Goldin, sadece sevdiği ve uzun yıllardır tanıdığı insanları fotoğrafladığı bu seriyi şu sözlerle özetliyor: ““The Ballad of Sexual Dependency”, insanların okumasına izin verdiğim bir günlük. Günlük, benim için hayatımı kontrol altında tutma mekanizması. Bana her ayrıntıyı saplantılı bir şekilde kaydetme serbestisi sunuyor. Ve hatırlamama olanak sağlıyor.”
Dünyanın en büyük liman kentlerinden biri olan ve Belçika’nın kültürel anlamda en hareketli kenti diyebileceğimiz Antwerp’teki Fifty One Too, 8 Eylül-5 Kasım tarihleri arasında, geçtiğimiz Nisan’da 81 yaşında hayata gözlerini yuman Malili fotoğrafçı Malick Sidibé’nin “It’s Too Funky In Here!” (Burası çok müthiş!) sergisine ev sahipliği yapıyor. Bir diğer Malili fotoğrafçı Seydou Keïta ile birlikte (Batı) fotoğraf dünyasında tanınması 1990’ların başına tarihlenen Sidibé, fotoğraf stüdyosu dekoratörü olarak başladığı fotoğraf kariyerini neredeyse son nefesini verene dek başında bulunduğu Bamako’daki ‘Studio Malick’te devam ettirdi. Keïta ve Sidibé, özellikle 1950’ler-70’ler arasına tarihlenen stüdyo portreleriyle sadece bir Malili tipolojisi yaratmakla kalmayıp -kolonyal dönemden bağımsızlık dönemine geçişteki- Mali kültürüne dair de çok önemli bir dokümantasyon gerçekleştirdiler.
Ama Keïta ağırlıkla küçük stüdyosunda portreler çekerken, Sidibé dört duvar arasında kalmayıp sokakları da stüdyosu haline çevirdi ve özellikle de gençlerin peşine düştü. Onları sokaklarda eğlenirken, partilerde dans ederken, spor karşılaşmaları yaparken, plajda güneşlenirken ya da dövüşürken fotoğrafladı. İşte Fifty One Too’daki “It’s Too Funky In Here!” sergisi de kimi şipşak estetiğiyle kimi de özellikle poz verdirilerek çekilmiş bu fotoğraflardan oluşuyor. Sidibé’nin bu fotoğraflarındaki gençler önceki nesillere kıyasla hareketlilik ve canlılıklarını yansıtacak daha özgür bir tavır sergilerken, ait olmak istedikleri modern dünyanın bir tür aynası olma işlevini de görüyorlar. Bu rahatlığın karşılığında da Sidibé, gençlerin boş zamanlarını nasıl geçirdiklerine şahit olup onları belgelerken onların coşkusuna katılan ve karşılıklı güveni sağlayan yaklaşımını elden bırakmıyor. Sidibé ve süjeleri arasındaki keyifli bir suç ortaklığının belgeleri olarak da nitelendirilebilecek bu fotoğraflar, Fransa’dan bağımsızlığını yeni kazanmış Mali’yi arka planına alarak Batılı ideallerin bir Batı Afrika ülkesinin kültürüne nüfuz etmesine ilişkin de etkileyici bir portre çiziyor. “It’s Too Funky In Here!”, 2003 yılında Hasselblad Ödülü’nü, 2007 yılında Venedik Bienali’nde Altın Aslan’ı ve 2008 yılında da ICP Infinity Award’u kazanan Malick Sidibé’yi halen keşfetmemiş olanlar için yerinde bir fırsat olabilir.
Bahsedeceğimiz son sergi, Fransız fotoğrafçı Françoise Hugier’nin 10 Eylül-29 Ekim tarihleri arasında Galerie Polka’da ilk kez görücüye çıkan “Virtual Seoul”ü (Sanal Seul). Günümüzün teknolojiye yön veren en önemli ülkelerinden biri olan Güney Kore’nin başkenti Seul’ü ilk kez 1982 yılında çıktığı uzun bir Güneydoğu Asya seyahati sırasında keşfeden Hugier, otuz yılı aşkın bir süre sonra 2014’te yolunu tekrar bu kente düşürmüş. İlk gittiğindeki savaştan henüz yeni çıkmış ve kendini toparlamaya çalışan bir ülkenin başkentinden küreselleşmenin ve teknolojinin egemenliği altına girmiş ultramodern bir başkente dönüşen Seul’den çok etkilenen Hugier, burada uzun bir süre kalmış ve kentin çeşitlilik ve acayipliğini fotoğraflamaya girişmiş.
Hugier, 80’ler ve 90’larda dergilere editoryal moda fotoğrafları çekerken Hindistan, Rusya, Japonya, Afrika gibi uzak yerlere gidip dünyayı dolaşmaya başlayan bir seyyah ve kendini belgesel fotoğrafçı olarak tanımlayan bir fotoğrafçı. Ama sadece bir fotoğrafçı değil. Az önce yukarıda ismi geçen Malili fotoğrafçılar Seydou Keïta ve Malick Sidibé’yi 1991’de keşfeden ve işlerinin tanınmasını sağlayan aktörlerden de biri. Üstelik Afrika fotoğrafına katkısı bununla da sınırlı kalmıyor. Hugier, Bamako’daki Afrika Fotoğrafı Bienali’nin 1994’teki ilk edisyonunun düzenleyicileri arasında olmasının yanı sıra pek çok uluslararası fotoğraf festivalinde de tuzu bulunan bir isim.
“Virtual Seoul”, Hugier’nin köklü gelenekler ve gelişmeye odaklı daimi bir yarış arasında sıkışıp kalmış Korelilere dair kuşaklararası bir portre denemesi. Hugier bir yandan ülkeyi (ve çoğu Güneydoğu Asya ülkesini hatta Batı dünyasını) kasıp kavuran Kore popunun (K-pop) etkisindeki -birçoğu estetik müdahalelerle Asyalı yüz hatlarından kurtulmaya ya da ten renklerini açmaya çalışan- gençleri kitsch Batılı giysiler içinde geçtiğimiz yüzyıldan kalmış gibi duran Batılı mekânlarda fotoğraflarken, diğer yandan da savaş sonrasında ülkenin yeniden inşaasına öncülük eden ama bir anlamda ekonomik mucize adına gözden çıkarılmış yaşlıları alımlı, pullu/payetli kıyafetleri içerisinde günlerini sevgilileriyle dans ederek geçirdikleri ‘colatheque’lerde (alkolsüz içecek servis eden barlar için kola ve diskotek kelimelerinden türetilmiş bir isim) fotoğraflamış. Dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri olmasına rağmen her an bunu kaybetme korkusuyla yaşayan ve popüler kültür girdabında salınan Güney Korelilerin büyüsüne kapılan Hugier’nin önümüzdeki yıllarda bu seriyi Kuzey Kore’ye taşımayı hayal ettiğini söyleyerek bitirelim.