Pandeminin getirdiği eve kapanıp birbirinden uzaklaşma hâli başta çoğumuz için bir rahatlama, kendini dinleme, dinlenme için aranıp da bulunamayan bir imkân gibiydi. İlk haftalarda insanlar -elbette çalışmaya devam etmek zorunda olmayan şanslı kesim- müthiş bir romantizme kapıldı. Mutfakta şefliğe soyunan irice bir grup, sanal müze ve sergilere çevrim içi akınlar, okuyamadıklarına saldırıp yazamadıklarını kusanlar ya da kendini tümüyle uykunun ve tembelliğin kucağına bırakıp Netflix ile yatağı arasında salınanlarla doluştu dünya. Oysa günler ilerledikçe hiçbir rahatlığın bu kadar romantik devam edemeyeceği ortaya çıktı. Evle yeniden alevlenen büyük aşkımız bir buhrana dönüşmeye başladı.
Bu duygular arasında dönüp durur ve gittikçe huzursuzlanırken Gökhun Baltacı’nın ilk gördüğümde zihnime çakılan, tuhaf ruh hâlleriyle bezeli işleri aklıma geldi. 2018’de Ankara’daki Müze Evliyagil’in ArtOda’sında, “Arka Bahçe” isimli küçük bir sergi vardı. Pastel ile çizilmiş, sobalı bir ilkokul sınıfında ortalığı ateşe veren çocuklardan mütevellit bu sahne, sanatçısının otoriteye tavrını, çocukluğun karanlık ve hınzır yanına olan yakınlığını güçlü biçimde hissettiriyordu. Baltacı’nın işleriyle tanışmam işte bu sayede oldu.
2019’da Gökhun Baltacı, tam da pandemi dönemine denk düşecek çalışmalar yapmıştı. Sanal ortamda paylaştığı çalışmalarla yeniden karşılaştıkça kendisinin de dediği gibi işlerinden yansıyan “havada uçuşan, uçuşmayan, isimsiz” duyguların karşılığını içimde buldum. Gökhun Baltacı’nın pastel gibi zor bir boyaya gittikçe daha kusursuz hakimiyet kurduğunu belli eden yeni çalışmaları, okul ve öğretmen otoritesini deşme çizgisinden biraz ayrılıp kendini, ev ve sokak arasındaki duygulanımlara bırakmış. Çalışmalarda, evin daha karanlık, iç sıkıntısını aktaran ama bir yandan da bizi oraya mıhlayan, içeriden istesek de istemesek de çıkamadığımız atmosferini hissetmemek imkânsız. Öte yandan kafeslerin, kuşların, üzümlerin yaratacağı estetik doyumu beklerken ortaya çıkan yanıcı bir unsur, küçük duran ama büyüyebilecek bir tehlike ihtimali ise resimlerindeki hep söylenen o “tekinsiz” ya da belki kendi ifadesiyle “gerilimli” havayı eksik etmiyor.
Evde kalma zorunluluğundan nasıl etkilendiği sorusuna “Evi sevmezdim, biraz daha sevmiyorum” diyen Baltacı, artık evde değil de iç ve dıştan ziyade geniş bir mecburiyet alanı içerisinde olduğumuzu belirtiyor. Neden “ev” içine bu kadar odaklandığını sorduğumdaysa: “Evin bende başrol olduğunu söyleyemem aslında mecburi bir başrolü var belki. Benim işim daha çok nesneler, nesnelerin bizde uyandırdığı anı ve duygular, kabaca böyle özetleyebilirim. Bunların toplamı genelde evde olduğu için ev zorunlu olarak başrol almış oluyor” yanıtını veriyor. Nitekim Baltacı’nın işlerinde en çok görülen şey mekânı dolduran nesneler. Özellikle eski dönem oyuncaklara çok düşkün olan sanatçının en fazla resmettiği nesnelerin başında çocuklar ve oyuncaklar geliyor ancak masumiyetlerinden ziyade uygunsuz bulunan keşifler üzerindeki çocuklar ve onları çevreleyen oyuncaklar bunlar. Çizdiği nesneler, resim içerisinde öyle doğal biçimde var oluyor ki küvet içinde toplanmış banyo perdesi tanıdık bir hâl almaya başlıyor ya da sandalyeye saplı bıçağın tedirginliği beklenmedik bir şey olmaktan çıkıyor da yeri orasıymış ve amacı çok açıkmış gibi görünüyor.
Benim en sevdiğim çalışmalarından olan bahçe içi, yeşil peyzaj alanlardaki resimleri diğer resimlerinden daha derin nefes aldıran bir havaya sahip, üstelik benzer tehditler içermesine rağmen. Neden böyle olduğuna dair çok uygun bir yanıt veriyor: “Bahçedeki sahneler yeşilin hakimiyetinden daha iç açıcı gibi görünüyor olabilir ama ben öyle olduğunu sanmıyorum. İç mekân resimlerde izleyicinin kaçacak bir alanı olmuyor basınç iki kat artıyor ama örneğin bahçe sahnelerinde de aynı huzursuz atmosferler var, sadece izleyici alttan alta kaçabileceği bir alanı olduğunu bildiği için belki biraz daha iç açıcı geliyor olabilir.” Bu da bana karantinada sokağa çıksak bile neden boğulduğumuzu hatırlatıyor, kaçış noktamız yok, etraf sarılı. Bahçe sahnelerinde kurgunun yanı sıra asıl ilgilendiği diğer faktörün ise öğlen saatleri olduğundan dem vuran Baltacı, “Gece, karanlık, akşam vakitleri çok işlenen bir konu hatta bende çok çalışmışımdır ama öğlen saatlerinin de hiç hafife alınmayacak kendi gücü var. Öğlen vurgunu diyorum ben bu zamanlara. Bazen geceden daha büyük vurgunlar yapabiliyor. Gündüz ile akşamı bağlayan askıda bir vakit dilimi” derken ışığın ve güne ait parçaların ruh hâlimizdeki etkilerini de özetliyor aslında.
Boyalar, renkler ve bilhassa ana çalışma malzemesi olan pastelle ilgili konuştuğumuzda son zamanlarda çalıştığı resimlerde siyah, kahverengi, mavi gibi koyu tonlar hâkim olduğunu söylüyor ve diğer boyalarla çok bir ilişkisi kalmadığını anlatıyor. Altı yıldır pastel dışında boya kullanmayan Baltacı, kurşun kalemi bunun dışında tuttuğunu, “Kurşun kalem harika bir şey; pratik, sade, kendine münhasır. Özetle malzeme gibi malzeme” sözleriyle ifade ediyor. Son bir buçuk yıldır haftada 3-4 gün, akşamları dışarı çıkıp ağaç çizdiğini söyleyen sanatçı, yaşayan bir canlıya bakıp onunla vakit geçirmenin, onu izlemenin ve onu kalemle aktarmaya çalışmanın kendisine çok iyi geldiğini söylüyor. Bunları yaparken Bach dinlemenin kendisini nasıl etkilediğini söyleyince konu etkilendiği diğer sanat dallarına ve sanatçılara geliyor.
“Sanatçıların varlığı ve nesneler sanırım bana en çok ilham veren ögeler. Daha önce hikâyesini bilmediğim işleri ile tanışmadığım eski bir ressam, şair, heykeltıraş vs. bulduğumda gerçekten çok mutlu oluyorum. Karnımda kelebekler uçuşuyor desek yeridir” diyen Baltacı, Turner ve Rubens gibi okuldayken sanat tarihinde gelişigüzel öğrendiklerini düşündüğü ressamların peşlerine yeniden düşüp, eserlerini daha başka bir gözle, çok daha detaylı biçimde incelemekten büyük bir haz aldığını ve çok şey öğrendiğini belirtiyor, üstelik sanatçıların yalnız işlerini değil, hikâyelerini de okumanın ve anlamanın çalışmalarını daha değerli ve anlaşılır kıldığına dair düşüncelerine ben de tam anlamıyla katılıyorum. “Çizme dürtüsü, saplantıları kendini var etme biçimi, bu çok insanca, çok gerçek ve çok ayartıcı. İşte böyle yaşayan insanların varlığı beni çok rahatlatıyor” diyen sanatçı, ilham verenin ille de sanatçı olması gerekmediğini, sanat üretiminde olmayan ama sanatçı kadifesine sahip pek çok insanın olduğunu ve bu oyuncu, yaşamla boy ölçüşen insanların ona büyük bir kaynaklık ettiğini söylüyor. En çok etkilendiği isimler ise Lucian Freud, F. Bacon, Goya, Rubens, Caravaggio, Morandi, Rothko, Max Beckmann, Magritte, Balthus, D. Hockney.
Neredeyse her an müzik dinleyen Baltacı, müziği çok kurnaz ve formsuz, en ayartıcı sanat alanı olarak ifade ediyor ve “Bu aralar döne döne dinlediklerim arasında Tindersticks, Swans, Bach, Beethoven, Glenn Gould, Morphine, Depeche Mode, Siouxsie and the Banshees, Nick Cave, Einstürzende Neubauten ve Chet Baker var” diyor.
Eve kapanma hâlinin sanki kitlesel bir kaygı bastırma ya da kaygıyı hafifletmek için üretme ritüeline dönüşmesi hakkında ne düşündüğünü soruyorum Gökhun Baltacı’ya “Sence neden herkes birden ekşi mayalı ekmek ustası, yazar, programcı, ressam olmaya çalışıyor, sanat kaygıyı dindiren bir şey mi, rahatlıyor muyuz ya da sen rahatlıyor musun mesela ürettikçe?”“İliklerinize kadar çünkü içeride gezinen formsuz şeyleri karşınızda formları ile renkleri ile görmek biraz olsun rahatlatıcı. Endişe bu işlerin dışında çalışan bir duygu her zaman diri tutan aynı zamanda cezalandıran bir mekanizma. Rahatlamak belki de doğru kelime olmayabilir, tanımak daha doğru. Tanıyorsunuz, tanıdığınız için bir rahatlama oluyor olabilir, çünkü tanımadığınız ve göremediğiniz şeyler daha endişe verici olabiliyor” diyor. Konu bizi eve kapanınca iyileştireceğine inandığımız sanatın, cezaevleri, sanatoryumlar gibi mekânlarda kalan insanlarda bir iyileştirici gücü olup olmadığına geliyor, zira Gökhun Baltacı, 2011-2012 yıllarında Sincan Cezaevi’nde, Füsun Kavalcı’yla birlikte çocuk ve genç mahkumlarla çalışmalar gerçekleştirmişti. Baltacı bu çalışmayla ilgili şu sözleri ekliyor: “Bir yıl süren bir çalışmaydı. İlk ders Füsun bu bir farkındalık atölyesidir sanat atölyesi olarak adlandırmayalım dedi ve gol oldu. Zorunluluk yoktu bizim derslerimize katılmalarında ve kimse fire vermeden her ders tam kadro geliyorlardı. Tabii orada bambaşka bir gerçeklik var sanat, sepet çok ilgi alanları değil. Bizim derdimiz de sanat değildi elbette, Füsun Hoca’nın dediği doğruydu, bu bir farkındalık atölyesiydi. Yaşamdaki olaylara başka açıdan bakmalarını sağlayacak bir çalışmaydı ve başarılı da oldu. Örneğin ilk başlarda çocuklardan bir renk olmalarını istiyorduk veya doğada bir form olsanız ne olurdunuz gibi sorular soruyordu. İlk başlarda herkes siyah oluyor tabii, sonra yavaş yavaş maviler, yeşiller, kırmızılar gelmeye başladı. Kolajlar yaptırıyorduk ilk haftalar daha ilgisizce yapılmış kompozisyonlar haftalar sonra epey uğraş ve emekle çok titizce yapılmaya başlanıyordu. Sonra karşılıklı hediyeler başladı çok keyifli zamanlardı benim çok içime sinen bir çalışmaydı”.
*Gökhun Baltacı, 2019 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Resim Bölümü’nde Yüksek Lisans Programını tamamladı. Öğrenciliği sırasında Ankara’da, Mamak’ta ve Sincan’da düzenlenen kamusal projelere katıldı. 2010 yılından başlayarak içlerinde Pera Müzesi’nde gerçekleşen “Sarsılan İmge” ve Müze Evliyagil’de gerçekleşen “Aynı Bahçe”nin de yer aldığı karma sergilere davet edildi. 2017 yılında ilk sergisi “Masanın Sağ Köşesi” Galeri Nev’de açıldı. Aynı yıl içinde Nev’in Tütün Deposu’nda düzenlediği 15. İstanbul Bienal’i paralel etkinliklerinden “Meleklerin Payı” sergisinde Erol Akyavaş, Mübin Orhon ve Candeğer Furtun gibi sanatçılarla birlikte eserleri sergilendi. Gökhun Baltacı’nın pastelleri son olarak 2018 yılında Mamut Art Project ve 2019 yılında Galeri Nev’deki kişisel Sergisi “Şapka Numarası”nda izlendi.